Yangın dağılmaya başladı. Mukaddes bir coğrafyada başlayıp diğer kutsal yerleri kavurarak devam ediyor. Her gün yeni bir yıkım her gün daha garip bir sessiz çığlıkla filler tepişiyor… Kim daha haklı ya da haklı kimse var mı bilmiyordu. İnsanı yaşatmayanın haklılığını ispatı ne kadar mümkün olabilirdi? Hangi mazlumun kanına girmek meşru sayılmalıydı?
Zihninde cevapsız ama aslında cevabı kendinde olan sorular şöyle dursun; bir ses duydu aniden. Uğultudan farklı, bağırmaya benzer; birden korkulu bir filmin içinde buldu kendini. Hayat üçgenini; çök, kapan, tutun yöntemini diğer bazı “hayat kurtarıcı” ilk yardım uygulamalarını geçirdi gözlerinin önünden… Hiçbiri bu amansız zelzeleye çare olacak gibi değildi. Savruldu, koltuğun karşısındaki duvara çarptı. Saadetli bir vakit olsa kısacık denebilecek bir süre sonra salondaki parkelerin kabardığını gördü. Neden sonra o korkunç uğultu kesildi ve göz gözü görmez oldu…
…
İşte şimdi caddenin iki yanına sıralı binalardan kopan feryatlar işitiliyordu. Ayakta kalmayı başarmış birkaç binada yaşayan insanlar kendilerini sokağa atmış neler olduğunu anlamaya çalışıyorlardı. Birkaç dakika önce Kenan Eli’nde büyüyen yangınla ilgili derin düşüncelere dalan adam şimdi, saniyeler içinde yerle yeksan olan şehrinde yaşadıklarının şokunu atlatmaya çalışıyordu. Kendisi de evden nasıl çıktığını ve bu insanların arasına nasıl geldiğini hatırlamıyordu.
…
İnsan kendini Arz Dairesi’nin merkezinde sanır. Bu yüzden âleme had bildirmeye geldiğini zanneder. Oysaki dindarlık, adama göre dünyanın en güçlü şeyiydi. İnanan insan paranın dahi yaptıramayacağı her şeyi yapabilirdi. Adam bunu hem mesleği dolayısıyla hem de çevresi ve yakınları üzerinde gözlemlemişti. Zira dünyanın bilmem kaçıncı yüz yılını yaşadığı şu zamanda olanlar karşısında dirayet gösterebilmenin başka makul bir açıklaması olamazdı. Bütün kötülüklere hastalık, rahatsızlık, psikolojik travma gibi isimler takılması; vicdan kavramına boyut kazandırıyordu. Kötü vicdanın neresi hastalıktı?
Şimdi bir de zelzele olmuştu. Adam, zihnini ve ruhunu alıp yaşadığı şehrin herhangi bir kaldırımında öylece oturuyordu. Karşı sokağın köşesindeki binadan çıkan aileler ise adamın oturduğu yerden görülebiliyordu. Adam onları izlemeye başladı. Kucağında küçük bir çocuk olan kadın, öyle üzgündü ki bütün enkazı kendisi sırtına almış gibi görünüyordu. Üzerindeki sabahlığın bir ucunu kucağındaki çocuğa sıkı sıkı sarmıştı. Neden sonra akraba ya da komşu oldukları samimiyetlerinden anlaşılan birileri kadına doğru yanaştı. Önünde oturdukları binanın altında gıda marketi vardı ve kaldırımdaki muhtemelen markete ait olan kasaları gösteren kişiler, kadına kasada bulunan -elma gibi görünüyordu- yiyeceklerden alması için ısrar ediyorlardı. Kadın, sahibi belirsiz yiyeceklerden almak istemiyor olmalıydı. O sırada çocuk ağlamaya başladı. Kadının sabahlığa sardığı çocuğu kucaklayan üzgün bedeni şimdi âdeta titriyordu. Zaman geçtikçe etraftaki insanların sayısı da kasadaki yiyeceği ona yedirme çabaları da artıyordu…
Böylesine müşkül bir durumda olan bir annenin, haddini bu kadar güçlü bilebilmesinin altında bütün yangınlardan ve bütün zelzelelerden daha kuvvetli, sarsılmaz bir kanaat olmalıydı. Kâinatın Kitabı’nda Allah “Yaratan Rabbinin adıyla oku! O, insanı ‘alak’ tan yarattı. Oku! Senin Rabbin en cömert olandır. O, kalemle yazmayı öğretendir, insana bilmediğini öğretendir” diyordu. Adam şimdi andaydı ve kaleme yazmayı öğretenin kim olduğunun peşinde, ömrünü kelamın aslını öğrenmeye adayanların bâtıni gayretlerini işitir gibiydi…
İşte, dünyanın çamuru âleme sıçramıştı. Sevgi, öfke, şiddet, vicdan… Hepsi birbiriyle itişip kakışmadaydı. Hayat kurtarıcı ilkyardım uygulamaları, asgari müşterekler, devletlerin çıkarları; okuryazar olmayan insanoğlunun çatışmaları, bitmek bilmeyen hırs imparatorlukları… Dahası, çok daha fazlası… Vicdan, boyut değiştiriyordu.