Biraz da içinde yetiştiğimiz şark kültürünün etkisiyle kolaycılığı seviyoruz. Kolay yükselmeyi, kolay para kazanmayı, kolayca mal, mülk, çevre, servet, şöhret, makam, mevki sahibi olmayı çok ama çok seviyor, her işimizde kolayına bakmaya bayılıyoruz. Oysa “insan için ancak çalıştığı, emeğinin karşılığı kadarı vardı” değil mi?
Dünyaya ait işlerde bu böyle iken maalesef ahirete ait beklentilerimizi ve işlerimizi de kolaya bağlayıvermişiz. “Yaratana kulluk, yaratılana adalet, şefkat ve merhamet” üzere temellendirilmiş dinimizi bu esaslara göre yaşamak, ihlâsla, samimiyetle, sadece Hakkın rızasını gözeterek, riyadan, sümadan, ucub ve eneiyyetten arınmış bir şekilde Rabbimize kulluk etmek, kul hakkını adalet, hakkaniyet ve liyakat ölçüleri çerçevesinde gözeterek güzel bir ahlakla imanımızı tazelemek, anımızı güzelleştirmek ve hallerimizi tezyin etmek yerine çok farklı rüzgarlara selam durup, çok farklı denizlere yelken açabiliyoruz.
İşi kolaya bağlamayı seviyoruz dedik ya, Rabbimizin defalarca Kitab-ı Mübin’de “Akletmez misiniz?”, “Düşünmez misiniz?”, “Ey akıl sahipleri” hitaplarının muhatabı olan bizler maalesef iradelerimizi başkalarının iradelerinin zebunu haline getirmeye ve belki de kendi nefisleri terbiye olmamış, halen bir sürü dünyevi hırs ve heveslerle kalpleri dolu kişilere ahiret yolculuğumuzda dümenimizi ve hatta ruhumuzu teslim etmeye pek bir meraklıyız.
Oysa bu öyle bir vasat ki her türlü istismara açık, hatta bazen adeta kölelik düzeninin devamı gibi anlaşılabilecek bir devran. Amel etme, ibadet etme, güzel ahlakla donanma, iyilik etme ve yaptığı iyiliği de anında unutma, tövbe etme, Hakka yalvarma, gözyaşlarıyla affına iltica etme, beşer için mümkün olan nihai kemâlatın sahibi Resûlullah’ı (sav) her hal ve hareketimizde örnek alma yerine, kaptanlığını kitap ve sünnet terazisi ile değerlendirmeye erindiğimiz hatta çekindiğimiz başka birilerinin kılavuzluğunu peşinen kabullenmeyi, onların eteğine tutunarak cennete gireceğimizi sanmayı tercih edebiliyoruz.
Öyle ki bazen bu tip “kolay cennet taşıyıcıları” kendilerini de kendilerine bağlananları da seçkin, seçilmiş, ümmetin seçkinleri gibi, özel görevlerle görevlendirilmişleri gibi
hissedip hissettirebiliyorlar. Bir yandan nefsin en hor ve hakir görülmesi edebiyatı yapılırken diğer yandan da bu seçkinlik, seçilmişlik iddiası, aynı; insanlığın içindeki kendilerinin seçilmiş ve üstün olduğuna inanan kavimlerle ruh hallerinin çok tehlikeli bir yerde kesişmesi, gurur ve kibrin aynı yerde buluşmasını akla getirebiliyor.
Netice itibariyle diyoruz ki, ey akıl ve izan sahibi Müslümanlar lütfen İlahi emrin muhatabı olan aklınızı kullanınız, sizi her halükarda cennete götüreceğini iddia edenlere kanmayınız, kendinizi ümmetin geri kalanından tefrik ederek seçkin, seçilmiş hissettirenlere ve kendini böyle hissedenlere asla iradenizi teslim etmeyiniz, muhakkiklerle mukallidlerin ayırt edilmesinin iyice zorlaştığı şu zamanlarda Kitabullah ve Sünnet-i Resulullah ahkâmına göre sade ve mütevazı bir hayatı tercih ediniz. “Cennetin ucuz, cehennemin de lüzumsuz olmadığı” bilinciyle size kolay cennet vaat edenlerden uzak durunuz.
Ve Eyyy “kolay cennet pazarlayanlar, cennet bezirgânları”, artık o sahte cennetlerinizden ininiz ve saf, safi Müslümanları kandırmaktan vazgeçip güzelce bir tövbe ile tövbe ediniz, kendi nefisleriniz hırslarla dolu iken başkalarının nefislerini terbiye etmeye kalkışmayınız. Allah’ın haşyetinden kalpleriniz titresin ve artık insanların ümit ve hayalleri üzerinden kendinize güç ve iktidar devşirmekten vaz geçiniz. Ahiret var, hesap var, mahşer var, her birinden ayrı ayrı hesaba çekileceğimiz kul hakları var… Unutmayınız…