İlk emri “oku” olan bir medeniyetin mensuplarıyız. Bu, teorik olarak çok kitap okuyan, araştıran ve inceleyen bir toplum olma sorumluluğunu beraberinde getiriyor. Mevcut durum,gerçekten öyle mi?
Kitap okumanın gerekliliği, önemi herkesin malumu. Realite bu. Ancak ,ömür sermayesini tüketirken söylemden eyleme uzanan hayat serüveninde, kitap okuma işi, hayatımızda ne kadar yer ediniyor?
Kitap okumak ve kitap tüketmek denkleminde, zihinsel arka planda değerlerimizi berraklaştıran unsur nedir?
Küresel sermayenin ,global ölçekli tüketimi körükleyen mantalitesinin gerçek hedefi ne?
Cevap bekleyen sorular, zihinleri meşgul ediyor.
Kitap okumaya dair, yapılan araştırma ve incelemeler gösteriyor ki, toplum olarak kitap okuma konusunda maalesef arzu ettiğimiz noktada değiliz. Aslında bu durumun sosyo-kültürel, psiko-sosyal bakımdan derin analizlerinin yapılmasına ihtiyaç var. Bu hususta daha fazla ciddi bilimsel çalışmaların yapılması elzem.
Kitap okumayı ,zevkli bir alışkanlık haline getirmek zaruri bir ihtiyaç. Bunda aslında herkes hemfikir. Asıl problem, “Neleri Okumalı? Nasıl okumalı?” mevzusunda ufuk açıcı, yol gösterici çalışmaların yeterli düzeyde olmayışı.
Türkiye’de kitap okuma alışkanlığı olmadığından şikayet etmeyi alışkanlık haline getirenlerin sayısı, okuma alışkanlığına sahip olanlardan çok daha fazla. Peki, her şeyi bir tarafa bırakıp kitap okumayı sorgusuz, sualsiz bir değer olarak kabul ediyor muyuz? Ne okuduğumuzun yanı sıra, nasıl okuduğumuzun anlamı ve değeri yok mu? Bugün çok satan kitaplar listesinde yer alan hangi kitap, okumazsak hayatımızda eksikliği hissedilebilecek türden bir metin ihtiva etmektedir? Yoksa olup biten, tıpkı “markalı giysi” tüketimi gibi moda olmuş ve demode olmaya da mahkûm ürünlerin tüketilmesini “kitap okuma” kategorisine dahil edip, perspektifi tüketim toplumu merkezli bir erozyona uğratmaktan mı ibarettir?
Okurluğun nitelik cephesi hiç sorgulanmadığı halde, rakamları ezberden alt alta sıralayıp, hayıflanmak işin kolaycılığına kaçmaktır. “Bir Japon bir yılda ortalama 25 kitap okuyor. Bir İsviçreli bir yılda ortalama 10 kitap okuyor. Bir Fransız bir yılda ortalama 7 kitap okuyor. “Türkiye’de 6 kişiye yılda 1 kitap düşüyor” demek elbette çok kolay. Peki , artık kitabın otomobil ya da her hangi bir kıyafet gibi bir tüketim nesnesi olması gerçeğini nasıl yorumlayacağız? Aksi takdirde “Japonya’da bir yılda 4 milyar 200 milyon kitap basılırken, Türkiye’de bu sayı yalnızca 23 milyon 386. Yani, “Türkiye’de bir yılda basılan kitap, Japonya’da neredeyse bir günde basılıyor” söylemi hayatımıza istatistiki bir hayıflanmadan ve kitabın bir tüketim nesnesi olmasının normalleşmesinden başka bir şey kazandırmaz.
Düşünün, Mao Zedong’un Çin’de kurduğu komünist düzen ile ilgili fikirlerinin yer aldığı politik eser olan “Kırmızı Kitap”’ın bugüne kadar 800 milyondan fazla satılmasını nasıl değerlendirmemiz gerekecek?
ABD’nin Orta bölgesi olan Utah, Wyoming, Oklohama gibi eyaletlerinde yaygın olan Mormon inancının anlatıldığı; “Mormon Kitabı”’nın 1830’dan beri 120 milyondan fazla satmış olması kimi mutlu ediyor?
Dan Brown’un “Da Vinci’nin Şifresi/ The Da Vinci Code” adlı kitabı 80 milyon sattı diye batılıların eskisinden daha olgun olduğunu iddia edebilir miyiz?
J.K.Rowling’in 1997 yılında bastığı Harry Potter serisinin ilk kitabı olan ”Harry Potter ve Felsefe Taşı/ Harry Potter and Philosoher’s Stone“ 107 milyon satışa ulaştı diye batı medeniyeti mensuplarının daha aklı selim sahibi insanlara dönüştüğüne kim inanır ki?
Ya Hitler’in “Kavgam”ına ne demeli? Almanya’nın Bavyera Eyaleti el koymasaydı, Kavgam’ın best sellerliği daha uzun yıllar devam ederdi. Çünkü bazı odakların işine geliyordu o kitap.
Meselenin asıl kritik boyutu, çok satan kitaplarda değil. Bu kitapları çok sattıran, çok tükettiren şey esasen bir boşluk. Hayat kesinlikle boşluk kabul etmiyor. Birileri bir şekilde boşlukları doldurmak için sırada bekliyor.
Çünkü aslında “Kavgam”ın müşterileri klasikleri okumadıkları, temel kitapların “okuru” olmadıkları için bu kitapların (ya da Da Vinci’nin şifresi gibi diğer çok satanların) müşterisi ve tüketicisi oluyorlar.
Düşünün “Mesnevi” okuruna Paulo Coelho’nun “Simyacı”sının söyleyebileceği ne olabilir?
Yada bir Sezai Karakoç okuru , Hitlerin yazdığı eserleri okumak için niçin vakit ayırsın? Karakoç’un medeniyet perspektifini bilen bir kişiye, “Kavgam” ne söyleyebilir ki?
Okunmak üzere yazılmış bir kitapla tüketilmek üzere kotarılmış kitap arasındaki farkın farkına varmak lazım. Kitap okuruyla , kitap tüketicisi arasındaki fark da zaten bu noktada düğümleniyor.
Kitap okurken seçici olmak, dikkatli okumak ve mütala ederek okumak okuyucuya çok şey kazandırır. Zihnen gelişmek ve ruhen zenginleşmek buna bağlı. Evvel emirde kelimelerle düşünülür, kelimelerle hayal kurulur. Akabinde, zihni disiplinin imbiğinden geçen kelimelerin seramonisi duygu, düşünce, hayal ve fikirleri ifade etme imkanına kavuşur. Hayal ve anlatım gücü, sahip olunan kelime hazinesi kadardır.
Eğitim hayatımızda, çocuklarımıza/gençlerimize kitap okumanın çok özel bir değer olduğunu kavratmak zorundayız.
Son söz sadedinde bir değer ölçüsü; oku, düşün, uygula, neticelendir.
Konuralp USTA