Freud’un, ödünç aldığı çaydanlığı kırık bir şekilde geri veren adam örneği meşhurdur. Adam, çaydanlığı kırmanın sorumluluğunu üstlenmemek için birbiriyle çelişik bahaneler ileri sürer: Çaydanlığı hiçbir şekilde ödünç almadım, çaydanlığı ödünç aldığımda zaten kırıktı, çaydanlığı geri verdiğimde sapasağlamdı. İlk bakışta bizden uzak ve trajik görünen bu tablonun sorumluluk kaçkınlarından geçilmeyen ülkemizi ziyadesiyle gösterdiğini kaydetmek durumundayız. Bir şey yokmuş, bir tuhaflık yaşanmıyormuş, ortada sorumluluktan sıvışmak için sayısız çelişki önümüze yığılmıyormuş gibi davranamayız. Bu gerçeklikle yüzleşmeden meselelerimizi konuşmak mümkün değil.
Türkiye’de problem, zannedilenin aksine, sorunlarımızın baş edilemez ölçekte büyük olması ile ilintili değil. Problemlerini çözmek için kendisini sorumlu gören bir bakıştan, yaklaşımdan yoksunuz. Ne samimiyetimizden ne de ciddiyetimizden bahsedebiliriz. Tarihi, bugüne mazeret yığacağımız bir ambar gibi gören yaklaşım içinde akıl-ruh tutulması yaşadığımız sürece ne bugüne ne de yarına seslenecek bir performans sergileyebiliriz. Bu platformda uzun süredir dikkatleri üzerine çekmeye çalıştığımız eğitim-öğretim alanında yaşananlar bunu biteviye teyit ediyor.
Yeni bir eğitim-öğretim yılına giriyoruz. Geçen eğitim-öğretim yıllarımızın niye öyle geçtiğini muhasebe eden bir durum yaşamadık. Çaydanlığın niye kırık geldiğini konuşmak istediğimizde MEB’den birbiriyle alakasız sayısız beyan ve çözümleme geliyor. Sivil toplum zaten ölmüş, öldüğünden haberi yok. Defin işlemi yapılmadığı için hayalet gibi hayatımıza musallat olmuş durumda.
Yaz boyunca LGS, YKS sonuçlarını tartıştık. Öğretmen atamaları, mülakat vs. gündemden düşmedi. Bir arpa boyu yol alındığına, toplumun asgari bir müşterekte uzlaştığına ilişkin bir emare yok ortalıkta. Herkes istediği şeyi istediği gibi söylüyor ve bunu yaptığında da hiçbir şey olmuyor maalesef. Türkiye, köpeksiz köy gibi. Her geçen değneksiz fink atıyor. İlişkiler, bir kara delik gibi yapılan konuşmaları yutup çöp ediyor. Sanki hiçbir şey konuşulmuyormuş, hiçbir şey yaşanmıyor gibi.
Bu vesileyle tekrar değinmekte fayda görüyorum. Yürüttüğümüz eğitim-öğretim faaliyetinin özgül tarihsel koşulları ve dinamikleri var. Bu koşullar ve dinamikler günümüz dünyasında aynı durmadıkları gibi çok köklü kırılmalar, dönüşümler geçirdiler. Bunlar olurken yürüttüğümüz faaliyetin ana aksı itibariyle aynı şekilde sürdürülmesinin mümkün olmayacağını belirtmek durumundayız. Okulla, bakanlıkla halledilecek bir mesele olarak düşünülmesini, eğitim-öğretim faaliyetinin anlaşılmadığının en büyük göstergesi olarak görmek gerekiyor. Hayat bütünlüklü olarak görülmediğinde eğitim-öğretim de bakanlık marifetiyle halledilecek bürokratik, mekanik bir düzenleme olarak görülüyor. Retorikle, kafiyeyle insanlarımızın duygu dünyasını ajite etmeyi etraflı bir konuşma olarak düşünen yaklaşım sadece meseleyi kronikleştirmekle kalmıyor aynı zamanda hepimizi çürüten yabancılaşmayı da kesifleştiriyor.
Mevcut okul, ilişki, işleyiş devam edecekse ki edecek, bugüne kadar yaşadıklarımızı daha da kötü şekilde yaşamaya devam edeceğiz. Çünkü biz başımıza gelen şeyin başımıza gelmemesi için icap eden şeyleri yapmamakta çok ısrarcıyız. Kırık geri gelen çaydanlık gerçeğiyle yüzleşmek yerine alengirlibahaneler üretmeye koşullandırılmışız. Bahanelerimizin güzel olması ile sorunun çözümü arasında bir bağlantı yok ama. Çözüm ile bahane üretimi ayrı dünyalara, ayrı duruşlara ait. Okul nedir, ne içindir, öğretmen kimdir, hangi süreçlerle yetiştirilmiştir ve hangi koşullarda çalışması istenmektedir? Çalışması ne şekilde koşullanmıştır? Aktarılacak içerik, aktarılma prosedürleri, zaman ve mekân tasarımları nasıl yapılandırılmıştır? Niçin öyle yapılandırılmıştır? Kimler hangi yetkiyle buna karar vermişler? Bu yapılanmaya, bu kararlara bizler nasıl ikna olduk? Niçin ikna olduk? Sosyal, kültürel, ekonomik, siyasal hayatımız ile eğitim-öğretim faaliyeti arasında bir bağlantı var mı? Kent mimarisi, akademi, basın yayın, günümüz teknolojisi ile alan arasındaki ilişkiyi nasıl temellendirmek gerekiyor? Bizim bu ilişkiyi temellendirmek gibi ne tür bir çabamız var? Bu çabamızın neticesinde ne tür bir karara, ne tür bir çözümlemeyle vardık? Soru soruyu doğuruyor ancak biz soru sevmiyoruz. Güzel cevaplarımızın olmasını çok istiyoruz, bunu çok seviyoruz. Nihayetinde hepimizin çok güzel cevapları var ancak çekilmez bir hayat yaşadığımız gerçeğini dönüştürmeye yetmiyor maalesef. Abdulbaki DEĞER