Büyüsü kaybedilmiş mekanik bir dünyanın bağlıları için mitler değersiz anlatımlardır. Bizzat kendi ataları bu anlatımları binlerce yıl evvelden başlamak üzere uzun devirler boyunca yaşatmış olsa da değersiz görülürler. Neyse ki Mircae Eliade ilginç bir tespit yapar Mitlerin Özellikleri adlı kitabında; Avrupalı ilim insanları mitleri, 19.yy’dakiler gibi fabl ya da uydurma şeklinde değerlendirmeyip arkaik toplumlardaki gibi benimsemeye başlamıştır; “bu gibi toplumlarda mit, tersine, “gerçek bir öykü’ yü belirtir, üstelik de kutsal sayıldığı, örnek oluşturduğu ve anlamlı olduğu için son derece değerlidir”. Biz bu değerlendirmenin neresindeyiz tartışılır elbette. O Batılı ilim adamlarından aramızda fazla olmadığı açıktır. Daha önce de belirttiğimiz üzere mitler, destanlar, efsaneler hayattan ve eğitimden sökülüp atılmıştır.
Bu sapma esasen kutsaldan uzaklaşma anlamı taşımaktadır. Yine Mircea Eliade, anmış olduğumuz eserinde mitlerin sözlü gelenekte yaşatılması, bunlarla ilişkili ritüellerin ve törenlerin eda edilmesinin sebebini farklı medeniyetlerin bilgelerinden aktarırken ortak bir hakikate işaret eder. AvustralyalI Aruntalar, Yeni-Gineli Kailer, Tibetliler ve Hindular aynı şeyi söylerler; “Kutsal halk, atalarımız ilk kez böyle yaptıkları için, Tanrıların başlangıçta yaptığı şeyi yapmalıyız, tanrılar böyle yaptı insanlar da böyle yapıyor”. René Guénon’un penceresinden söyleyecek olursak “kaynağı insan olmayan” bir bilgelik söz konusudur. Atalardan başlamak üzere nesilden nesile aktarılagelen bir bilgelik.
Yaratılış destanları, her an olmakta olan, her toplumda, coğrafyada, toplulukta, ailede, bireyde meydana gelen, ilk yaratılış modelini takip eden bir süreci de anlatır bize. Bu, başlıbaşına zengin bir eğitim zeminidir. Birey bu destanlarda bir tür olarak insanın serüvenini izlerken birey olarak kendisinin özel serüvenini de tecrübe eder. Modern eğitim sistemleri bu zengin kaynakları kurutmakla insanı atalarından, yaratılışın kaynağından, sürekli tecrübe edebildiği bir varoluş öyküsünden de yoksun bırakmıştır. Modern eğitim, Herbert Spencer ve John Dewey gibi zevatın etkisiyle, bir tür olarak insanoğlunun yeryüzündeki serüvenini katı-maddî-mekanik ve rastlantının eseri bir evrilme sürecine indirgeyerek öğretmiş, öğreterek dayatmıştır. Burada, neden başladığı ve nereye gittiği belli olmayan ve zaten böyle “anlamlar” taşıması da bilimce gereksiz bulunan bir sürecin herhangi bir parçasıdır insan. Bu yüzden tek başına birey olarak insanın, evrilme sürecindeki “gereksiz” ve “olmasa da olur” rolünü oynadıktan sonra ölerek yok olacağı zamana kadarki yaşantısının imarından ibarettir eğitim. Bu eğitim, ataların gözünde saçma ve boş bir uğraştan başka bir şey olamazdı herhalde. Modernlerin kabalığına sahip olsaydık, atalar için dedikleri gibi biz de onlara “ilkel” diyebilirdik rahatlıkla.
Altay Yaratılış Destanı’na dönecek olursak farklı versiyonlardaki anlatımlara genel olarak baktığımızda insanın yaratılış sürecinin ve sonuçlarının bizatihi insanın terbiyesi niteliği taşıdığını açıkça görebiliriz. Yeni ve beklenmedik bir şeymiş gibi ortaya çıkan olayların bütüncül bir akışın içinde anlam kazandığı bir süreçtir yaratılış ve terbiye.
İnsan, nereden gelip nereye gittiğini bilmeden ve önemsemeden, yeryüzünde ortaya çıkışının mahiyetinin bilincinde olmadan da bir canlı olarak yaşayıp gidebilir. Altay Yaratılış Destanı, benzerleri gibi bunun ötesine yöneltmektedir insanı. Bu bilişin ve bilincin söz konusu edilmesi insanın ve toplulukların yaratılış gayesine uygun bir düzen içinde hayat kurabilmesi içindir. Bu gaye uyarınca inşa edilmemiş hayatlar anlamca gayrımeşru olacak ve bütünüyle bir bozulmaya ya da kargaşaya işaret ve hizmet edecektir.
Altay destanındaki anlatıma göre, Ülgen diğer bir adıyla Kayra Han uçmaktadır, yalnızdır ve canı sıkılmaktadır. Gaipten gelen bir sesle “gönlü dolar” ve yaratılış başlar. Kendisi için bir dünya ve soy yaratmayı düşünür. Bunu yapmanın sırrını ise denizde beliren Ak-Ana verir. “Yaptım oldu” de der. Bu kutsal söz ile “ol deyince olur” herşey. Bu yüzden varı yok dememek insana da öğütlenir. Kendi gibi birini yaratır ona “kişi” der, bu Erlik’tir. Sonra yeri, göğü ve dünyayı altı günde yaratır, yedinci gün uyur. En küçüğü bizim dünyamız Kara-Tengere olmak üzere bütün alemleri yaratır. Yeryüzünde bir ağaç biter, Kayra Han bu ağacın dokuz dalı ve yaprakları olmasını diler. Dalların herbirinden dokuz kişi türesin ve dokuz millet olsun ister. Kayra Han, insanlara ağacın bir tarafının meyvelerini yasaklar. Erlik Körmös (kör şeytan tabirinin kaynağı burada olsa gerektir), Törüngey’i bulur. Kayra Han size yalan söylemiş bu dalların meyvesinden yiyin der. Uyumaktaki yılanın ağzına girer yılan ağaca çıkıp o meyveden yer. Sonrasında Törüngey’in eşi Ece de o meyveden yer, hoşuna gider ki eşi Törüngey’in ağzına da sürer. O anda ikisinin de tüyleri dökülür, utanıp bir ağacın ardına saklanırlar. Ülgen onları cezalandırır, bundan gayrı size yiyecek vermeyeceğim, kendi gücünüzle kazanıp beslenin ve sizinle konuşmayacağım size Maytere’yi göndereceğim der.
Yaratılış, bizatihi Tanrı’dan uzaklaşmak demektir. Uzaklaşma zahmet ve çabaya dayalı bir dünyevî hayatı orta yere getirir. Tüylerini, yani bilgeliği ve kutsal niteliklerini kaybeden insan kendisinde verili olan utanma duygusunu açığa çıkarır. Kayra Han’ın artık insanlarla doğrudan konuşmayacak olması terbiyenin nasıl tezahür edeceğine de işaret etmektedir. Yeniden Tanrıyla konuşabilir hale gelmek için Maytere’yi takip etmek gerekecektir. Aynı zamanda, terbiye ya da eğitim Tanrı’dan uzaklaşmanın beklenir bir sonucudur. Terbiye bir geriye dönüş, daha uygun bir deyişle geriye yükseliştir bu yüzden. Tanrı, insana bir şeyi yasaklamıştır. Bu yasaklama insanın sahip olduğu bilgeliğin ve kutsallığın sonucudur aslında. Yine de hikmeti ancak Yaradan’ın bileceği bir şekilde insanda bu kutsallığı aşma ya da bozma eğilimi de vardır ve bu esase imtihandır. Her terbiye süreci bir imtihanı gerekli kılar elbette.
Kayra Han, Erlik, Törüngey ve Ece, hepsi farklı tanrısal tezahürleri temsil ettikleri gibi çeşitli varlıklara, ilk atalara ya da tabiat unsurlarına da işaret ederler. Aynı zamanda birey olarak insanın farklı taraflarını yansıttıkları da düşünülebilir. İnsanın ruhu, nefsi, aklı ve duyguları birbiriyle mücadele içindedir hayat boyunca. Bu mücadele ilk yaratılışı, hergün ve her an kendimizle ve başka insanlarla ilgili yapıp ettiklerimizde tekrar eder durmadan. Her an, tüylerimizi dökecek hatalar yaparız, gönüller yıkarız, başka insanları kırarız, kendimize, topluluğa ve insanlığa zarar vercek şeyler yaparız. Büsbütün duygulara teslim olup yapıp ettiklerimiz nefsimizin dürtmesidir. Kendimizden utanıp saklanırız, kalbimiz ve ruhumuzla hep yargılarız kendimizi.
Her an Kayra Han bize seslenir, “göklere döneceğim, Ben size hayat verdim siz de iyilik yapın geri gelmez demeyin geri geleceğim ve iyiliklerinizle kötülüklerinizin hesabını göreceğim” diyerek uzaklaşırken.