Güneşli, pırıl pırıl, masmavi bir gökyüzünün insanın içini ısıttığı, çiçeklerin rengârenk gülümsediği, kuşların cıvıldadığı güzel bir ilkbahar sabahıydı. Evin babası durumdan vazife çıkarmış ve eşini ve çocuklarını gezmeye çıkarmaya karar vermişti. “Hemen hazırlanın, gidiyoruz” dedi ve ufak tefek yiyecekler hazırlanıp, neşeyle çıkıldı evden. Birkaç yüz metre ilerdeki parka gittiler sevinçle, güle oynaya. Çocuk oyun alanına doğru yöneldiler sonra, etraflarında koşuşturuyordu küçük oğulları şarkılar söyleyerek. Bir anda acı bir haykırışla irkildiler. Çocuğun ayağı küçük bir çukura denk gelmiş, çok kötü biçimde burkulmuştu. İlk andaki şaşkınlık atlatıldıktan sonra, annesi bir yandan çocuğunu kucaklarken, diğer yandan da babaya avazı çıktığı kadar bağırıyordu “Neden çocuğun elinden tutmadın? Neden koşuşturmasına izin verdin? Sen nasıl bir babasın? Senin yüzünden belki de ayağı kırıldı yavrumun” diye sitem ve isyan ediyordu. Hemen hastaneye koşturdular ve film çekilince anlaşıldı ki ayak kırılmış ve alçıya alınması gerekmişti. Evet, sonuç olarak çocuğun ayağı kırılmıştı, ne annenin ne de babanın bunu önleyecek hâli de yoktu aslında. Olacak olan olmuş, takdir edilen başa gelmişti. Bir iki aya kadar o kırık kaynayacak, çocuğun ayağı da iyileşecekti. Ancak acı bir gerçek daha vardı ki, babanın kırılan kalbi bir daha asla eski haline gelmeyecekti. Ayak kırılmıştı zaten, buna hemen bir suçlu aramanın, bunu da hemen yanı başımızda aramanın ve yargısız infazlarda bulunmanın anlamı neydi peki?
Öylesine bir öykü ile başladık bugün de meramımızı anlatmaya. Ne kadar da tanıdık geldi değil mi? Ne kadar da aşinayız bu söz ve tavırlara her birimiz değil mi? Günlük hayatımızda her an, elimizde olmadan çok sayıda olumsuzluk yaşayabiliriz ve bunların birçoğu da öngörülebilir ve önlenebilir olmaktan çok uzaktır. Başımıza geleni kabullenip, çareler aramak ve sabretmek yerine bir de hemen bir günah keçisi aramaya çalışmak ve sanki her olumsuzluğa bir “suçlu” bulma zorunluluğumuz varmış gibi birilerini “sebep” ilan etmek son derece hastalıklı ve sorgulanması gereken bir ruh halini ifade etmektedir. Çünkü bunu izleyen aşamada hemen o suçlunun yargısız infazı gelecektir. Masum insanlar, üstelik de çoğunlukla en yakınımızda yer alan sevdiklerimiz bu tavırlarımızdan nasibini alacak, kalplerinde onulmaz yaralar açılacak, kırgınlıklar ve güvensizlikler oluşacaktır. Başımıza gelen olumsuzluklar kısa zamanda tamir olsa ve giderilse bile, kendi ellerimizle haksızca ve anlamsız yere açtığımız kalpyaralarının iyileşmesi zaman alacak, hatta belki de asla düzelmeyecek izler bırakacaktır.
Peki, bize mahkûm olduğuna inandığımız ve fakat asla böyle bir zorunlulukları olmayan insanları böyle insafsız bir tavra maruz bırakmaya hakkımız olmadığını hiç düşündük mü? Nasıl olsa bunlar benim yakınlarım, eşim, çocuğum, mesai arkadaşım, nasıl olsa benim nazımı çekerler, başka çareleri yok diye bilinçaltımıza yerleşen düşüncelerimiz ve devleşen egomuza dur demenin vakti gelmedi mi? Sabır ve tevekkül gibi insani vasıflarımız ve erdemlerimiz nereye kayboldu sahi? Zorluklar ve sıkıntılar karşısında suçladığımız kişilerin aslında o zorluklara birlikte göğüs germek üzere hayatımıza lütfedildiği gerçeğine ne zaman aklımız erecek?
Herhalde şu değişmez gerçeği bir kez daha hatırlamak ve hatırlatmak gerekiyor hep birlikte; hayat hiç kimse için dikensiz bir gül bahçesi değildir. Bu bahçede gezinir ve bize takdir edilen süreyi tamamlarken elbette zaman zaman elimize, yüzümüze dikenler batacaktır. Böyle bir durumda yapmamız gereken en son şey ezeli takdirin yanı başımıza yakıştırdıklarını suçlamak olsun lütfen. Hani onlar “gözler sevinciydiler” ya, bırakalım öyle kalsınlar. Gözümüzün sevinçlerini yüzümüze bakmaz, bakamaz hale getirmeyelim. Bundan en büyük hazzı alacak olan nefislerimize ve şeytana da lütfen geçit vermeyelim. Yaşadığımız her olumsuzluğu bir “suç” olarak algılayıp, hemen ona bir “suçlu” arama telâş ve aceleciliğine mahkûm olmayalım. Sevilmek ve sevmek üzere yaratılan ruhlarımıza bu düzeysizlikleri reva görmeyelim ki hem biz hem de etrafımızdakiler huzur bulsunlar. Huzursuzluk değil, huzur ve sükûn kaynağı olalım. İnsanlar kendilerini bizim yanımızda her açıdan emin ve güvende hissedebilsinler ki insanlığımızın ve kulluğumuzun tadına varalım. Zaten öyleysek aliyyül âlâ, ama değilsek bir de bu yolu denemeye ne dersiniz?