“Ey insan! Yüce Rabbim hakkında seni yanıltıp aldatan ne oldu?” (Kur’an-ı Kerim, 92/6).
Farkına Varmak
S. Karakoç, Taha’nın Kitabı’nda bir bölümde (Evin Ölümü) şöyle bir değerlendirme yapar: Taha kendi medeniyetinin savaşını verir. Her türlü kötülükle, bozgunculukla, sapkınlıkla, yarasalarla savaşır. Ama eve döndüğünde evin çöktüğünü, öldüğünü görür. Taha, bunun, kendi sorumluluğunu yerine getirmediğinin bir neticesi olduğunu kabul eder; kendini kınar. Evin Ölümü’nde çöküş anneyle başlar. Evi bir arada tutan, koruyup kollayan, direnen, can veren anne ölmüştür. Topraktan koparılıp, demire indirilen anne ölmüştür. Annenin ölümü bir devlet başkentinin düşüşü gibidir. Başkent düşünce nasıl toplum bozulur, dağılır, altüst olur, anne ölünce de ev aynı duruma düşer. Artık ev, eski ev değildir. İnsanlar (ev halkı) eski bağlarla birbirine bağlı değildir. Birbirine düşmüş, düşmanlar gibi yabancılaşmış, lanet okur hale gelmişlerdir.
Öldü anne ve mutfak kilitlendi.
Kilerler boşaltıldı farelerce.
Anne gitti ve evler döndü yazlık otellere,
Anne gitti ve sular buruştu testilerde.
Artık çamaşırlar yıkansa da hep kirlidir.
Herkes salonda toplansa da kimse evde değildir.
Anneden sonra kardeş düşer, babanın da düşmesiyle kırılma doruk noktasına ulaşır (İpek, 2003, s. 177-178).
İnsan, özellikle Müslüman pekçok şeyin farkına varmak zorunda. Anasının öldüğünü, babasız kaldığını, kardeşlerini kaybettiğini, medeniyetinin dağılıp gittiğini görmeli, bilmeli, tüm bunların acısını da derinden duymalı.
Tüm bunları duymuyorsa, kayıplarının farkında değilse, hâlâ gaflette ise ve hiçbir sorumluluk yüklenme hassasiyeti yoksa, o kaybolmuştur. İslâm dünyası hakikaten gaflettedir ve nihaî bir yokluğa sürüklendiğinin farkında değildir. Hatta kendinin dahi ne olduğunun farkında değildir.
Bu kayıp sadece Müslümanın kayıbı değildir. Çağdaş insanın kayıbıdır. Çağdaş insan kendini kendinde yitirmiştir. Üstün niteliklerini yitirmiş, korkunç bir ruhsal fakirliğe düşmüştür. Bütün zayıflığı, endişeleri bu ruhi çöküntüden ileri gelmektedir. Ruhtan başlayan bu yıkıntı pekçok biyolojik ve manevi hastalık ve sapkınlıklara yol açar. Ve egoist, uyumsuz, başkalarını düşman gören, ezen, dışlayan problemli bir insandır bugün karşımızdaki. Pekçok Batılı filozof, çağdaş insanın “Hiçliğe” sürüklendiğinin farkındadır, ama çaresizdir. Mesela Nietzsche (1844-1900) çağdaş toplumun geleneksel değerleri bitirdiğini, bunların yerlerine yenilerini koyamadığını ifade ederek, yepyeni bir temel değerler yargısı oluşturulması gereğine işaret eder.
Olan insana olmuştur. O, anlamı, amaçlılığı kaybetmiştir. Değeri, değerini yitirmiştir. Başkasının kurdu olmuştur. Hobbes gibi Freud da bu yüzden insanı saldırgan, yıkıcı bir varlık olarak görür (E. Gençtan).
O, yalnızlaşmış, kendisine yabancılaşmıştır. Tüm bunlar, onun kendisini nasıl gördüğüyle ilgilidir. Bir dünya görüşüne bağlı olup-olmadığıyla. Çünkü, dünya görüşü, insanlara bir mesuliyet yükler. Bunun alanı çok geniştir: Dünyayı nasıl algılaması gerektiğinden tutun da, cenazesini, ölüsünü nasıl kaldıracağına kadar hayatın bütün safhalarını kapsar. Ve tüm ilişkileri tanzim eden bir değerler ağı. Bunlar olmayınca insan kendi ölçüsünü kendisi kor. Bu da “orman kanunudur”.
İşte bütün bunların, daha doğrusu kendimizin, insanlığımızın, mesuliyetimizin farkına varmayınca “orman kanunları”nın geçerli olduğu bir dünya kuruluyor. Mesuliyetmizi daha bir derinden duymak için halihazır dünyamıza göz atmalıyız.