İnsanın geldiği bu âlemde temel gayesi, kendini ve âlemi anlamaktır. Anlamak, meselenin künhüne vakıf olmak demektir. Anlamak için insana lazım olan şey merak, ihtiyaç, güdü, dürtü ve davranıştır. Bunlar insanda içkindir. Eğer bunlar bir ideal potasına atılmazsa aksi yönde gelişirler. İnsandaki merak duygusu öğrenmeye hasredilirse hakikat, edilmezse tecessüs ortaya çıkar. İnsandaki ihtiyacı ahlak belirlerse yardımlaşma, belirlemezse israf ortaya çıkar; insandaki içgüdü kültürel olarak yönlendirilse merhamet, yönlendirilmezse kargaşa ve problemler ortaya çıkar. İnsandaki dürtüler ahlakın süzgecinden geçirilirse nizam, geçirilmezse nizamsızlık ortaya çıkar ve davranışlar vicdanın kontrolünden geçirilirse şahsiyet, geçirilmezse narsizim ortaya çıkar.
İnsan, her şeyin taslağını bünyesinde barındırır. Çocukluk, bu taslağın müsvedde halidir. Eğer insan bu çocukluk çağında bir ustanın yanında yetişirse, bünyesinde taslak olarak barındırdığı hallerin müsvedde olarak ortaya çıkması sürecinde merak duygusu harekete geçebilir ve bütün hayatına şamil yapabilir. Bu mihmandarlık süreci ihtiyacı, güdüyü, dürtüyü ve davranışı, hâsılı insanı, bir ressamın ortaya koyduğu harikulade resim haline, bir heykeltıraşın elinden çıkmış olağanüstü bir heykele büründürebilir.
Tarih, bir ustanın, bir mihmandarın rehberliğinde yetişmeyen mümtaz insana şahit değildir. Abdülhakim Arvasi olmadan Necip Fazıl’ı, Abdülaziz Bekkine olmadan Nurettin Topçu’yu, Akşemseddin olmadan Fatih Sultan Mehmet’i, Şemsi Tebriz-i olmadan Mevlana’yı ya da Şeyh Edebali olmadan Osman Gazi’yi düşünmek mümkün değildir. Ya da Sokrat olmadan Eflatun’u, Eflatun olmadan Aristo’yu düşünmek mümkün müdür?
İnsan, bir dolu karmaşık duyguların sahibidir. Her insan bir âlemdir. Divan şairi Şeyh Galib’in dediği gibi “Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen, Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen (Kendine dikkatlice bir bak; sen âlemin özüsün, Sen varlıkların gözbebeği olan insansın). 16.yüzyılın ve Kanuni döneminin ünlü şairlerinden Abdurahman Gubari’de (ki mihmandarı Şeyh Abdüllatif Efendi’dir) benzer şekilde “Gâfil olma gözün aç âlem-i kübrâsın sen, Sidre vü levh ü kalem arş-ı muallâsın sen (gafil olma, aç gözünü. Sen en büyük âlemsin. Sidre, tahta, kalem ve yüce arşsın sen)” der. Âlemi içinde barındıran bu muhteşem “Hazreti İnsana” lazım olan bir mihmandardır. Tıpkı doğduğunda ona bir anne tahsis edildiği gibi, olgunlaşmasında ve özellikle âlemi ve âlemdeki kendini anlamasında ona bir mihmandar lazımdır.
Modern çağ yahut batılı dünya veya aydınlanmış Avrupa, insanın eğitilmesini, okulları icat ederek ortadan kaldırdı. Onu önce ustasından (mihmandarından) sonra da annesinden aldı, sokağa attı. Okul denen mabetler inşa etti ve ona aklın dışında olanların ehemmiyetsiz olduğunu öğretti. Aklıyla var olabileceğini, özgür olduğu için tek kıymet verdiği için şeyin akıl olması gerektiğini ona dayattı. Akıl diye diye aklın da namusunu kirletti.
Kurumsal bir hayat var artık. İnsanı insanlar değil, kurumlar eğitiyor bu çağda. Sokağa atılmış bu insana, “hayatta nasıl başarılı olunur, nasıl ev-araba alınır”la ilgili bilgiler öğretiliyor bu kurumlarda. Yine bu kurumlarda insan âlem değil, sıradan bir nesnedir. Öğreticilerin biri gelir, biri gider. Herkes ne biliyorsa onu aktarır gider.
Okul denen bu kurumlarda eğitim yok, olamayacak da. Bu nedenle biz tarihsel ve kültürel eğitim yöntemlerimizi ihya etmeliyiz. Mesleki ve teknik liseler var olmaya devam etsinler ama usta-çırak ilişkisini mesleki eğitimde yeniden başlatmanın yollarını düşünmeliyiz. Özel okulları değil özellikli okulları yeniden düşünmeliyiz. En fazla 100 öğrencinin olduğu bir edebiyat lisesi olabilmeli. Bir şairin, bir yazarın, bir âlimin dizinin dibinde yetişmiş olmayı diplomaya denk görmeliyiz. Genel eğitimin zararlarını görmeliyiz artık. Genel eğitimden mümtaz insanlar çıkmaz. Çünkü onun tabiatına aykırıdır.
Seçkinci eğitim deyip, bu tür yetiştirme tarzlarına karşı gelmemek lazımdır. Bu seçkincilik değil, işi ciddiye almaktır. Biz bu tür uygulamaları aslında yapmaya çalışıyoruz ama mevcut iklimin içinde kalarak yapmaya çalışıyoruz. Mesela proje okulları, bilim sanat merkezleri, beceri-tasarım atölyeleri gibi uygulamalar özünde iyi niyetli çabalardır ama derde deva değildir. Buralar, eleştirilen okulların daha iyi hali olma ülküsündedirler. “Katranı kaynatsan olur mu şeker, cinsine yandığım, cinsine çeker” atasözümüz de belirtildiği gibi buralarda ne kadar iyi eğitim yapmaya çalışırsanız çalışın, ortaya modern seküler bir insan ortaya çıkacaktır. Özetle insanın gerçek eğitimi, birebir olmalıdır. Bu nedenle kültürel eğitim yöntemlerimizi ihya etmemiz gereklidir. Bunu hem devlet olarak hem de bireysel olarak düşünmeliyiz.