Bir mirasımız vardı. İbn Sînâ’dan, Fârâbî’den, Hârezmî’den, Bîrûnî’den, Ali Kuşçu’dan ve daha nice İslam büyüğünden bizlere kalan kadim bir miras… Ehl-i Suffe’nin sinesinde, Beytülhikme’nin kandilleri altında, Endülüs’ün kütüphanelerinde, Nizamiye medreselerinde büyüyen; içinde hiçbir babanın evladına bırakamadığı kadar kıymetli hazineleri barındıran nadide, zengin ve soylu bir miras… İlim, irfan ve medeniyet mirası…
Bu büyük miras birkaç yüzyıl öncesine kadar bizimdi. Ta ki biz onu sahte, sentetik, aldatmacalı ve derinliksiz hülyalara terk edene kadar… Şimdi bu coğrafya sefaletin ve cehaletin perişanlığı içinde kıvranıyor. Ecdadımızdan kalan ilim ve irfan mirasını nerede, ne zaman yitirdiğimizi bilmiyoruz. Hazindir ki, bu koca mirası yitirdiğimizi bile bilmiyoruz…
İlim, insanoğlunun yeryüzünde sahip olabileceği en büyük zenginliktir. O, varlığın sessiz dilinin tercümanıdır, insana hem kendini hem kâinatı okumayı öğreten bir nurdur. Hakikati arayan kalbin, gerçeği sorgulayan aklın ortak dilidir. İlim, insanın hakikatle kurduğu en derin rabıtadır; bir köprü, bir dua gibidir.
İlim; bilgiden ibaret değildir. Çünkü bilgi tek başına kuru ve ruhsuzdur; fakat ilim derin, diriltici ve hikmetlidir. İlim insanı Hakk’a ve hakikate ulaştırır; ulaştırmıyorsa ilim olmaktan çıkar.
Gazâlî, İhyâu Ulûmi’d-Dîn’de şöyle der:
“Amelsiz ilim, peşinden yağmur gelmeyen şimşek gibidir.”
Blaise Pascal ise Düşünceler adlı eserinde şöyle der:
“Bilimi ahlakın yerini tutacak şekilde yükseltmek, insana kazanmak yerine kaybettirir. Çünkü bilgi, karakterle aşinalık kurmadığı sürece yalnızca bir yük olur.”
Bugün bilgiye ulaşmanın en kolay olduğu çağda yaşıyoruz. Her türlü bilgi parmaklarımızın ucunda; ama bu bilgiler bir malumat yığını olmanın ötesine geçemiyor. Çünküilmin ve hikmetin olmadığı yerde bilgi, insanlığın kangrenleşmiş yaralarına merhem olamıyor.
Bir zamanlar ilmin, irfanın ve hikmetin merkezi olan İslam coğrafyası, bugün ilimde, irfanda, teknik bilgide ve teknolojide geri kalmıştır. İslam toplumunun ilmin ışığından mahrum kalması toplumdaki kırılmaların neticesinde ortaya çıkmıştır. Bu kırılmanın merkezinde, aydının kimlik buhranı vardı. En büyük kırılma, toplumun aydın ve entelektüel kesimlerinin zihin ve kalplerini kendi medeniyet tasavvurumuzdan uzaklaştırmasıyla yaşandı. Bu zihinsel kopuş, yeni nesillerin ilim ve irfan geleneğimizden uzaklaşmasına sebep oldu. Cemil Meriç Bu Ülke’de “Bu ülkenin münevveri, kendi cemiyetine yabancı, kendi mazisine düşman, kendi irfanından habersiz bir tercümandır.” der. İşte bu yabancılaşma, aydının kaleminde başlayıp toplumun ruhuna sirayet etti. Nesiller bu kırılmaya maruz kaldıkça toplum değişti; duygu ve düşünce dünyamız bize sonradan dayatılan öğretilerle şekillendi. Kendi özümüzü muhafaza ederek dünyadaki değişime ayak uydurmayı başaramadık. Çareyi beşerî Batı dogmalarında aradık, ilahî nefesten mahrum kaldık. Kadim mirasımızı elimizin tersiyle bir kenara ittik; evlerimizde, kentlerimizde ilim ve hikmet ışığını biz söndürdük. İnsanı ve kâinatı sentetik ideolojilerle yorumlamaya alıştık. Fakat sonunda ne Batılı olabildik, ne de kendimiz kalabildik. Zihinlerimiz, kalplerimiz, şehirlerimiz ve hayatlarımız bu derin ikilem arasında sıkışıp kaldı. Bu sıkışma, yalnızca ruhun değil, bir toplumun da daralmasıydı. . İslam toplumu medeniyette, ilimde, kültürde, sanatta ve teknik gelişmelerde büyük bir bocalama dönemi yaşadı.
Son yarım asırdır derin bir uyku döneminin içindeyiz. Bu uykunun adı: kapitalizm uykusu. Artık sadece duygu ve düşünce dünyalarımız değil, yaşantılarımız da bambaşka yörüngelere saptı. Toplumların kapitalist sisteme kolayca entegre olmaları neticesinde kitleler konfor odaklı ve pragmatist bir yaşam tarzına geçiş yaptı. Bu geçişten Müslüman toplumlar da fazlasıyla nasibini aldı. Artık meseleleri “iyi kötü”, “helal–haram” ölçülerine göre değil, “kâr–zarar” terazisine göre tartıyoruz. “Allah rızası için” veya “insanlığa faydalı olmak için” yapılan işler yerini “Benim kârım ne olacak?” sorusuna bıraktı. Bu bozulmadan en çok ilim ve irfan sahası zarar gördü. İnsanlık bugün teknolojide altın çağını yaşarken, ilimden ve hikmetten uzaklaştı. Çünkü teknoloji alınıp satılabilir; fakat ilim, irfan ve hikmet alınıp satılamaz. Ve modern zamanlarda, alınıp satılamayan hiçbir şeye kıymet atfedilmez.
İlim tahsil etmek fedakârlık ister; gayret, sabır ve aşk gerektirir. İlim Allah rızası için öğrenilir; insana zenginlik veya şöhret değil, anlam kazandırır. İlim sessizdir, gösterişli değildir; meyvesi sabırla olgunlaşır. Fakat modern insan, kısa vadeli kazançların büyüsüne kapıldığıiçin ilme bigâne kalmıştır. İlim, bu çağda insanların uğramadığı sessiz bir kent misali kimsesiz kalmıştır. Oysaki gözlerin görmez, kulakların duymaz olduğu bir hakikat var: İlim talep etmek her Müslüman’a farzdır. Zira bizim inancımızda “âlimin mürekkebi, şehidin kanından üstündür.”
Akıllarımızın, kalplerimizin, ruhlarımızın ve bedenlerimizin yönünü hakikate çevirmemiz; ilmin, hikmetin, medeniyetin ve irfanın ışığıyla kendi yolumuzu ve insanlığın yolunu aydınlatmamız elzemdir. Belki de tek gayemiz, bu uzun ve karanlık uykudan uyanmaktır. Zira ilmin ışığı hâlâ sönmemiş kandillerde bizi bekliyor; akıllarımızda ve kalplerimizde yeniden yanacak bir kıvılcım arıyor. Biz o kıvılcımı, içten niyazlarda, tozlu sayfalarda ve susturulmuş vicdanlarda aramalıyız. Kimbilir belki o zaman, Beytül Hikme’nin kandilleri yeniden yanacak; biz, yeniden ilmin çocukları olacağız. Yazımı Hz. Mevlana’nın her kelimesi aşkla işlenmiş derin ve hikmetli sözüyle bitiriyorum…
“Bir mum diğerini tutuşturmakla ışığından bir şey kaybetmez.”
Sayın hocam sizi saygıyla selamlıyorum gerçekten yüreklere işlenecek bir söyleyiş keşke dünyadaki tüm müslüman alemi bir nebze bu kaleme aldığınız emeği göz atıp sirkelense bi ah çekip gaflet uykusundan uyanıp yol eyleyip siratel müstakim dos doğru yol üzerinde buluşa bilse