Bize yaklaşık bin yıl öncesinden gelen çok önemli bir ikaz…
Nereden?
Mahmûd bin Hüseyîn bin Muhammed el-Kâşgarî’nin Dîvânu Lugâti’t-Türk’ünden.
Kâşgarlı Mahmûd’un söz konusu eserinde iki yüz altmışın üzerinde atasözü vardır [1]. Fakat bana kalırsa bunların içerisinde en anlamlı yeri, “İl gider, töre kalır” atasözü tutar. Hatta kendisinden yaklaşık üç asır önce yazılmış Orhun Âbideleri’nde de “il” ile “töre”nin “Üstte gök basmasa, altta yer delinmese, Türk milleti, ilini töreni kim bozabilecekti?” [2] şeklinde yine yan yana gelmiş olmaları da tesadüf olmasa gerek. Zira tarih boyunca birinin kaderi diğerine bağlı gelişmiştir.
“İl”, Eski Türkçe’de “ülke, vilâyet” anlamına gelmekle birlikte, kelime Batı Türkçesi’ne “el” şeklinde geçmiş; son dönemlerde “vilâyet” karşılığı olarak yeniden kullanılmaya başlamıştır. Atasözünde “il”in “töre” ile müteradifliğine bakılırsa töreye eş değer olarak “ülke”nin görüldüğü söylenebilir. Töre ise eski Türklerde “kanun, yasa, şifahî teamüller, gelenekler; örf ve âdetler, dinî ve ahlâkî kurallar bütünü” [3] olarak kabul edilmektedir.
Türk ahlâkının esasları, İslâmiyet’in kabulüyle birlikte İslâm ahlâkıyla öylesine kaynaşmıştır ki Hikmet Tanyu’nun belirttiği üzere, “Töre ile Şeriat (İslâmî esaslar) tamamen uzlaştırılmak istenmiştir.” [4]. Taşkentli Köbayoğlu’nun “Töre şeriatın seyisi” şeklindeki sözünde ve Kazaklar arasında hâlâ söylenen “Şeriat akkan bir bulak-Zan bulakta bitken kurak” (Şeriat, akan bir pınar-töre, onun yanında biten ot-kamışa benzer bir yeşil ot.) şeklindeki atasözünde de bu durumu açıkça görmek mümkündür [5].
Esasında töre, “hem bir tek tözden yaratmak hem bir düzen içinde yaşatmak ilkesinin kurduğu mefhumlar âlemine âit bir kavram-kelimedir; tanım olarak da töre, “Allâh’ın yaratma ve yaşatma ilkesidir”. Bu anlamıyla töre, en kâmil bir şekilde “âdetullâh”, “sünnetullâh”, “fıtratullâh”, “halkullâh” kavram-kelimelerinde karşılığını bulmaktadır. Mevcûdâtı tek tözden (cevher) sapmaz ve bozulmaz bir düzen doğrultusunda türeten (halk) Allâh, yarattıklarının hem düzenini (nizâm) hem de tüzüğünü (hukûk-kânûn) kurma ve koruma hakkını kendinde mahfuz tutmaktadır; diğer bir tâbirle, töre, töreyi de türeten Allâh’a âittir.” [6].
Dolayısıyla atasözlerimiz, bizim Dîvânu Lugâti’t-Türk’ten seçtiğimiz atasözümüzde de görüldüğü üzere, tıpkı “sünnetullâh” gibi yaratılanların Cenab-ı Hakk’ın nizamına uygun kurguladıkları [t]özlü sözlerdir. Bu itibarla da bizim ilk defa “Töreli Türk Edebiyatı” adını verdiğimiz yapıda hikmetlerin de esasını teşkil eder. Fakat “İl”, çoğu zaman gâfildir; gaflet uykusunda “hikmet”ten “himmet” çıkarmaya uzaktır. Bu yüzden fena mülküne geldiği gibi gitmeye de mahkumdur.
Sahi, “Biz dünyadan gider olduk/ Kalanlara selam olsun” diyen Türkmen kocası Yunus Emre de bu ilin fani olduğunu asırlardır bize söylemiyor mu? Gerçi Kâşgarlı Mahmûd da bu ilden göçüp gitmiştir amma, derlediği atasözleri, töre sayesinde kerametini sürdürmeye hâlâ devam ediyor.
Doç. Dr. Erhan ÇAPRAZ
[1] Sagıp Atlı (2019), “Dîvânu Lugâti’t-Türk’teki Atasözleri Üzerine Yapılan Bir Çalışma: Abdülahad Nûrî ve “Atalar Sözü”, Manas Sosyal Araştırmalar Dergisi, S. 3, s. 2248.
[2] Muharrem Ergin (1999), Orhun Abideleri, İstanbul: Boğaziçi Yayınları, s. 17.
[3] Hikmet Tanyu (2022), “Türkler Arasında Dinlerin Tarihçesi”, https://millidusunce.com/misak/turkler-arasinda-dinlerin-tarihcesi/, 6.10.2022.
[4] Hikmet Tanyu, agy.
[5] Hikmet Tanyu, agy.
[6] Abdülkadir Dağlar (2022), “Edebî Töre Çatısı Altında: Töreli Türk Edebiyatı”, İSLARA Bildiriler Kitabı, Ankara: Hacı Bayram Veli Üniversitesi İslam Araştırmaları Uygulama ve Araştırma Merkezi Yayınları, s. 102.