eğitim,öğretim,terbiye,talim,Meb,Üniversite,öğrenci,öğretmen,muallim,öğretim üyesi,maarif,aile,
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
Ankara
Hafif Yağmurlu
21°C
Ankara
21°C
Hafif Yağmurlu
Cumartesi Hafif Yağmurlu
20°C
Pazar Az Bulutlu
20°C
Pazartesi Açık
23°C
Salı Parçalı Bulutlu
25°C

Prof. Dr. Necmettin TOZLU

1945 yılında Gümüşhane Merkez Kocayokuş Köyü’nde dünyaya geldi. İlkokulu Kale’de, orta ve lise eğitimini Gümüşhane’de tamamladı. Ankara Yüksek Öğretmen Okulu Eğitim Bilimleri Fakültesi’nden mezun oldu. Erzurum Atatürk Üniversitesi’ne Pedagoji Asistanı olarak girdi. İsmail Hakkı Baltacıoğlu’nun Eğitim Sistemi Üzerindeki araştırmasıyla doktorasını verdi. Michigan Üniversitesinde araştırma ve incelemelerde bulundu. Eğitim Felsefesi Anabilim Dalında Doçent ünvanını aldı. Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Eğitim Bilimleri Bölümü Başkanı ve aynı üniversitede Profesörlüğe yükseldi. Van Yüzüncüyıl Üniversitesi Eğitim Bilimleri Bölüm Başkanı olarak görev yaptı. ”Eğitime Giriş”, “Eğitim Felsefesi”, “Kültür ve Eğitim Tarihimizde Yabancı Okullar”, “Orta Öğrenimde Öğrenci Başarısının Değerlendirilmesi”, “Eğitim Problemlerimiz Üzerinde Düşünceler” konularında eserler yazdı. Aşık Nuri Baba üzerine bir inceleme kitabı vardır. Türk Felsefe Derneği, Türkiye Yazarlar Birliği, The Philosophy of Education Society üyelikleri bulunmaktadır. En öncelikli araştırma konusu eğitimdir. Halen eğitim üzerine yazılar kaleme almaktadır.

    İknadan İfnaya Bir Varoluş Savaşı

    İspirtizma Celsesi

                Mahir İz (1895-1974) hatıratında (1990, s. 65-66) böyle bir celseden bahseder. O dönem, medyum denen bir takım ruhları duyarlı zatların etrafında toplanan meraklı arkadaş gurupları ruh çağırma seansları tertip ederler.[1] Mahir İz, böyle bir celsede “Fuzûlî (1483-1556)nin ruhunu çağıralım” der. Ve Fuzûlî çağrılır. Fuzûlî’den zamana uygun bir beyit söylemesi istenir. Devir, Birinci Cihan Harbi’nin son yıllarıdır. Fuzûlî şu beyiti okur:

                            Müminlerin başı yok,

                            Dayanacak taşı yok.

                Koca Fuzûlî çağlar ötesinden ilk temel problemimize dikkat çekiyor. Evet, müminlerin, Müslümanların başı yok, dayanacakları güçleri de yok. Müslüman dünya darmadağınık, paramparça, asırlardır gaflette. Bir varoluş savaşı içerisindeler. Bu yüzden ikinci tablomuz bununla ilgili.

    Tablo 2: İknadan İfnaya Bir Varoluş Savaşı

                Bu savaşın tarihi epeyce eskiye gider. Türklerin Müslüman oluşlarına, Kudüs-ü Şerif’in iki dünya (Hıristiyan-Müslüman) mücadelesine, Malazgirt Savaşı ve sonra Anadolu’nun ve İstanbul’un fethine kadar. Dolayısiyle Türklerin bir misyon olarak İslâmı yüklenmelerine. Bu yüzden bir düşünürümüz “1774’ten beri bu milletin başına gelen gündüzün başına gelse gece olurdu” (Fazlıoğlu, 2016, s. 98) değerlendirmesini yapar. Müellif bu meyanda şöyle bir soruyla karşılaşır: “Batı’ya göre Müslümanlara (elbette bu cenahta baş aktör olarak Türkler merkezileştiriliyor) ne yapılmalı?”

                Cevabı, bir batılı düşünürden, Postel’den alalım. Ona göre, Türkler önce “ikna” edilmeli, direnirlerse “icbar” edilmeli, karşı çıkarlarsa “imha” edilmelidir. Fazlıoğlu, bunu yaparlar kanaatini taşır. Kanaatini delillendirir. 11 Eylül’de ABD’dedir. Olayın akabinde bulunduğu üniversitede öğrencilerin çıkardıkları gazetede bütün Müslüman ülkelerin başkentlerine nükleer bomba atılması, ileri gelen bütün fikrî ve siyasî liderlerin öldürülmesi teklif edilir. Teklif gençler tarafından yapılır… Bunu, şartlar elverişli olduğu zaman yaparlar. Çünkü onları tutan hiçbir dinî, ahlâkî ilke yoktur. Âdil de değillerdir. Tek istekleri kendileri, kendi milletlerinin refahı ve saadetidir (Fazlıoğlu, 2016, s. 188-189).

                Müslümanlar olarak yaklaşık üç asrı aşkın bir zamandan beri böyle bir savaşın muhatabıyız. Bütün cephelerden gizli-açık bu savaş sürdürülür, ekonomiden basın yayına en ince, en mahir usullerle, taktik ve stratejilerle imhaya devam edilir. En korkuncu da örtülü savaşlardır. Bunlar dostlar temelinde yürütülür: Terör, iç çatışma, kaos ve daha nice yol ve yapılanmalarla. Bugün Müslüman coğrafyaya baktığımızda gördüğümüz sadece acı, göz yaşı ve zulüm, kan!

                Böyle bir kin ve gayz savaşına karşı nasıl direneceğiz? Nasıl hayatta kalacağız?

                Sezgin, önemli bir ufuk açıyor: Güçlü olmak! Önce tefekkürde, bilimde ve şahsiyette. Bu sıralamaya şahsiyetten de başlayabiliriz.

                Asrımızda gücün kaynağı bilimdir. Bilimi ıskalayarak, şahsiyeti şahsiyetli insanları ifna ederek, geri planlara iterek hayatta kalınamaz. Zalimlerin insafına sığınılarak, onların kulu olarak varlıkta kalınamaz.

                Büyük şairimiz, bilgemiz P. Sultan Abdal (1480-1550) ne güzel söyler:

                            Pir Sultan Abdal’ım yaratıldım kul diye,

                            Zalimlerin elinde mi öl diye!

                            Dost haber göndermiş bana gel diye,

    Geleceğim ama yol bozuk bozuk.

                Bu kuşatılmışlık, mahpusluk, zalimlerin elinde ölüm illa ki durdurulmalı. Üç aşırı aşkın gaflet yırtılarak. Bilinen yollardan yürünerek mi yoksa , yeni yollar açılarak mı? Her ne ise çilesi çekilecek olan, mutlaka yüklenilmeli ama dosta ulaşılmalı.

                Sezgin Hocamız bu yaraya neşter vurur. Bir yol açar, bir gedik açar surdan. Gelin, buyurun gurup gurup, fert fert, devlet devlet, el ele, omuz omuza birlikte yürüyelim. Çalışalım, bir ömür boyu. Tefekkürde, bilimde, siyasette, ekonomide bütün sahalarda var olalım, çoğalalım bir “Erdemliler Dünyası” kuralım.

                Asırlardır rafa kaldırdığımız aklımızı, samimiyetimizi, çabamızı, idealimizi kuşanalım. Asırlardır sürdürülen tatili, tatil edelim. Geleneğimiz bu konularda yani “ibadette, akılda ve ilimde tatile cevaz vermez. İbadette tatil yapan Allah’la, akılda tatil yapan insanlıkla, ilimde tatil yapan hayatla irtibatını kaybeder” (Fazlıoğlu, 2016, s. 152).

                Üstad Sezai Karakoç, bir mısrasında böyle bir hali, yani halimizi ne güzel dile getirir.

                            “Ben yaşamıyor gibi yaşıyor gibi yaşıyorum.

                            Ben aşkı göğsümde bir kurşun gibi taşıyorum”.

                Biz, İslâm ümmeti olarak, hassetten Türk Milleti’nin Batıcı aydınları olarak, batıya vurulalı onun mestleriyiz. Rami Mehmed Efendi (1654-1704)’nin pek güzel ifade ettiği gibi;

                            “Biz ol aşıklarız ki, dağımız merhem kabul etmez,

                            Ol gülzarız ki ateştir gülümüz şebnem kabul etmez”.

                Batıcılık yaramız, meftunluğumuz asla merhem kabul etmez. Bir dert ki hep kanar durur. Ve topyekün milleti kanatır. Bu yüzden yüzyıllar var ki Müslümanlar artık kalplerinde ne aşkı, ne dertlerini ne de bunların mesuliyetini taşıyorlar. Batı’yı, batılı olmanın kara sevdasını taşıyorlar!

                Bilmeden, tefekkür etmeden, gerçeğine nüfûz etmeden taşıyoruz. Bu manada aydınımız, Cemil Meriç’in ifadesiyle gençliğin, yetişmekte olan insanımızın kafasına karanlık doldurur yıllarca. Gerçekten bu aydın hiçbir problemimizi çözemez, aydınlatmaz. Çünkü zihinsel işgalin temsilcisidir. “Bizleri, milletini götürüp temsil ettiği ülkeye atar: Yabancı kültüre ve çıkarlarına. Bunlar ölülerini dahi nasıl gömeceklerini bilmeyen tek insan türüdür” (Fazlıoğlu, 2016, s. 199).

                Mütefekkirimiz, ortaya koyduklarıyla, gayretiyle, söylemiyle Müslüman aydını, Türk aydınını bu aşağılık duygusundan kurtarmak ister. Bu, onun ilk hedefidir: “Yanlış, yıkıcı, tehlikeli bir algıyı değiştirmek”. Bunun, yani Türklerin kendi medeniyetlerine karşı yanlış görüşlerinin ve bilgisizliklerinin değişeceğine inanmak.

                Saniyen, İslâm Medeniyeti’nin bilimler tarihindeki mümtaz yerini göstermek. Yönlendirici ilke, kılavuz ilke Peygamber (s.a.v.) buyruğudur: “İki günü birbirine eşit geçen ziyandadır”.

                Bunu Müslümanlar nasıl gözardı edebilir? Görmezlikten gelebilir? Nasıl rehber edinmez? Ona göre Müslümanlar bunun yeterince şuurunda değil (Sezgin, 2010, s. 91).

    Halbuki yapmamız gereken hayatımız boyunca böyle bir ilke üzerine kendimizi sorgulamaktır: “Bugün farklı ne yaptım?”

    Onca eser, eminim böyle ciddi, samimi bir sorgulamanın, emeğin neticesidir. Öncelikle böyle bir değeri kendine ilke edinen mirasımızı yoğuran bilim adamlarımıza, düşünürlerimize, eserlerine bakalım, bir de günümüz Müslümanlarına! Ne yapılması gerektiğini bu bakış, bu mukayese ortaya kor. Hani Üstad N. Fazıl’ın Zindandan Mehmed’e Mektub’unda dile getirdiği gibi. O anıt şiirden bir kıta:

    Bir âlem ki, gökler boru içinde!

    Akıl, olmazların zoru içinde,

    Üst üste sorular soru içinde:

    Düşün mü, konuş mu, sus mu ,unut mu?

    Buradan insan mı çıkar, tabut mu?

    Üstad buradan inşallah insan çıkacaktır. Bu cendereden, bu kuşatılmışlıktan, bu imhadan insan çıkacaktır. Hem de düşünen, fikreden, ne yapacağını bilen insan. Yani cins kafalar. İşte onlardan biri: Fuat Sezgin. Öyle ki 1960 İhtilali sonucu bir valizle yola çıkar. İhtilal, gece baskını (N. Fazıl) pek çok güzelliği çirkinleştirir. Üniversiteyi de boşaltır. Tam 147 profesör, içlerinde Fuat Sezgin de vardır. Sezgin planları, idealleri olan inanmış bir bilim adamı. Kafası, gönlü yapacaklarıyla dolu. Gazeteden atılanlar içerisinde kendisinin de olduğunu öğrenince doğrudan kütüphaneye gider. Arkadaşları, öğrencileri onu Süleymaniye Kütüphanesi’nde bulurlar. İnşaatta amelelik etmeye bile razıdır. Yeter ki çalışmalarını sürdürebilsin. Şu halde bile onu asıl rahatsız eden memleketinin perişan halidir.

    İşte örnek bir şahsiyet. Diri-canlı bir ruh ve çelikten bir irade. Müslüman dünya bu özellikleri edindiğinde aşılmadık engel mi kalır, halledilmek problem mi? Kaçımız bütün bunların farkında? Hâlâ tembellik, ekranlara dalıp gitme, uçaklarda, trenlerde gezip tozma, zamanı boşuna harcama. Yani oyunda oynaşta olma.

    Sezgin, Kuveyt Üniversitesi’nde verdiği bir konferans sonrası bir genç, “bize ne tavsiye edersin” diye sorar. Aldığı cevap “gerçek bir züht”tür. Yani dünyanın nimetlerinden feragat edebilmektir (Sezgin, 2010, s. 84). Riyad Üniversitesi’nde de benzer bir soruyla karşılaşır. Cevabı “Allah korkusu”dur. Bütün hareketlerinin kontrol altında olduğunun şuurunda olmak. Ve sabır. “Sabrun cemil” (tatlı sabır).

    Sezgin, tün bunların şuurundadır ve hayatında bu doğrultuda amel eder. Öyle ki yorulduğunda dahi ara-sıra dinlenmek istese, hemen kendini ikaz eder: Zaman geçiyor, bitiyor, sen kendine nasıl zaman tanıyabilirsin (Sezgin, 2010, s. 85)?

    Varolma savaşı, önce kendimizle yapılan bir savaştır. Bu cephede galip gelmedikçe, başka hiçbir savaşta galip gelinemez. Galiba bizim dertlerimiz bu hayati noktadan kaynaklanıyor. Bütün bunlar gidip bilmeye-bilmemeye dayanır. Öyleyse gerçekten ilginç bir tabloyla karşı karşıyayız.


    [1] Ruh çağırma işi akla ve nakle (Kur’an’a) uygun bir mesele değildir. Ruh, ya cesedin yanında ya da mele-i a’lâdadır. Herkesin emriyle hareket etmez; ona da râm olmaz. Bu olsa olsa cin taifesinin işidir (İz, 1990, s. 66).

    Yazarın Diğer Yazıları
    Yorumlar

    Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.