Eskiden sık kullanılan tabir ve deyimlerden birisi ‘himmeti ali tutmak’ ifadesiydi. Gayrete gelmek anlamında bir ifade. İnsan gerçekten de engelli olabilir lakin yine de himmetini ali tuttuğunda engelsizlere fark atabilir. İrade farkıyla onları birçok alanda geçebilir. Bunun örnekleri çoktur. Cezayir’de yayınlanan el Şuruk gazetesinde yazan Sultan Burkani Mısırlı kura Abdullah Kamil’in ölümüne dair tarihe bir derkenar/not düşmüş. Hakkında bir makale kaleme almış. Abdullah Kamil sadece bir kura değil aynı zamanda içli ve içten bir davetçi. Yürekleri dağlayarak bu dünyadan ayrıldı gitti. Ramazan ayında davetli olarak ABD’ye gidiyor ve burada öğle namazından sonra kendisine refakat eden bir dostuyla birlikte dinlenmeye çekildiğinde kalp sektesinden mütevellit vefat ediyor. Kura, davetçi ve şair. Hatta vefatından önce geride eşine dokunaklı bir şiir bırakıyor. Kendisinden geride kalanlara aziz bir hatıra bırakıyor. Henüz kırkına basmadan 38 yaşında kalp sektesinden dünyasını değiştiriyor. Mısır’da sultanlara siyer dersi veren Erzurumlu Darir Mustafa Efendi gibi gözlerini kaybediyor ama azmini kaybetmiyor. Gözlerini kaybetmesi himmetini azaltmıyor. Gençliğine ayak bastığında Feyyum Üniversitesi Daru’l Ulum fakültesine devam ediyor ve Kur’an-ı Kerim’i hıfzediyor. Gözleri görmediği halde himmetinin bereketine gözleri görenlere imamlık yapıyor. Onun bu gayretine mukabil milyonlarca Müslüman gencin hıfzında Kur’an’dan bir cüz bile bulunmuyor. Abdullah Kamil gayreti ve kişiliğiyle hepimize himmet dersi veriyor. Himmeti ali tutmanın anlamını yansıtıyor. Sadece bununla kalmıyor güzel ahlakıyla bizlere insanlık dersi de veriyor. Hayata, eşine tutkulu bir şekilde bağlı olmasına rağmen ahiret yurdu ona iştiyak duymalı ki erkenden çekip alıyor.
Himmet insanın gücünü katmerli hale getiriyor ve gizli potansiyelini dışarıya vuruyor.
Ebu’l Hasan en Nedevi de 7’inci yüzyılda Moğol akınları karşısında kırılma yaşayan İslam aleminin ali himmet sayesinde bu vartayı aştığını, yeniden toparlandığını ifade ediyor. Emevi saltanatı döneminde Hasan el Basri, Ömer Bin Abdulaziz, Said İbni’l Cübeyr gibi ulular ve himmet sahipleri manevi çöküntüyü tersine çevirmeye muvaffak oluyorlar. Abbasiler döneminde bunu Abdulkadir Geylani gibi aynı zamanda vaiz olan ve sineleri dirilten Hafız İbni’l Cevzi ve Gazali gibiler yapıyor. Nefesleriyle ümmeti yeniden diriltiyorlar. 7’inci yüzyılda İslam’ın bekası tehdit altında bulunuyor. Bununla birlikte Müslümanlar himmetlerini kaybetmiyorlar bilakis himmetleri ali tutmaya devam ediyorlar. Müslümanları mukabele ve karşı hamleye seferber ediyorlar.
Ebu’l Hasan en Nedevi bu bağlamda ‘Tarih ve Vakıanın Işığında Yeni Hicri 15’inci Asır’ kitabında şunları söylüyor :” Milletler kurdukları devletleri on defa kaybedebilirler. Gam değil. Ama himmetlerini ali tuttukça tarih sahnesini bir kez daha, on birinci kez daha çıkarlar. Ama himmetlerini bir kez kaybettiklerinde ise yeniden toparlanmalarına imkan kalmaz. Kaybedilen himmeti geri kazanmaları zor olur ( El Ezher: El Karn el Hamise Aşere el Hicre el Cedid Fi Dav’i-t Tarih ve’l Vaki, s: 82) …” Bir defasında Fatih er Ravi isimli Suriye veya Iraklı dostumuz şunu anlatmıştı: “ Ara sıra Necmettin Erbakan’a uğruyorduk. Yanındakilere sanki Şam valileri veya Bağdat valileri gibi davranıyor, talimatlar yağdırıyordu. Bu durumu bizim içinde bulunduğumuz halle karşılaştırdım. Vardığım sonuç şu oldu: Türklerin siyasi genleri hala aktif ve canlı. Bizim genlerimiz ise 10 yüzyıldır idareden uzak kaldığımız için, dumura uğramış veya tavsamış olmalı…”
Bu nedenle veya idari ve savaş kabiliyetlerinden dolayı Batıllar Ortadoğu’yu Türklere yasak bölge ilan ediyorlar. Türkler idari ve askeri boşluğu dolduracak olursa burada Batılılara yer kalmayacaktır.
Bunun için İkinci Dünya Savaşından sonra Avrupa’yı Ruslara, 11 Eylül hadisesi sonrası Ortadoğu’yu İranlılara emanet ettiler. Batılılar düşmanımız olabilir ama kesinlikle aptal değiller. Ne yaptıklarının farkındalar. Keşke biz de farkında olabilsek. Batılı eğitim tarzıyla himmetlerimizi körelttiler. Alacakları olsun!