Rahmetli Mehmet Şevket Eygi’nin savuna geldiği bir tez ve eğilim vardı. ‘Cahiller Kur’an’dan doğrudan hüküm çıkaramazlar, onlar mezheplerinin imamlarına tabidirler ve bağlıdırlar’ derdi. Eskiler de avamın ya da cahilin mezhebi yoktur müftüsü vardır derlerdi. Zira aksi takdirde içtihat dairesinde ehli temyiz olması gerekir. İhtiyaçlarını hocalardan sorarlar ve öğrenirler. Esasında bu Şii geleneğine daha uygun bir yaklaşım biçimidir. Onlarda merci-i taklit kurumları vardır ve onlar yaşayan müçtehitlerdir. Şii mukallitler ölü mercilere değil canlı mercilere tabidirler. Dini ahkamı kitaplardan değil mollalardan öğrenirler. Müçtehit imamların bulundukları ve ilim tahsil edilen yerlere havza da denilmektedir. Bu da Haşimi Ağacari gibilerini feverana sevk etmiş ve biz ‘ruhbana değil, burhana tabiyiz’ demiştir. Onun ifadesiyle mutlak taklit insan kümelerini ve bilhassa avamı maymun derekesine düşürmek ve sokmaktır. Avamın doğrudan Kur’an’dan hüküm çıkarma gibi bir arzusu ve iddiası varsa bu haddi aşmaktır ve cahilane bir hevestir. Kur’an okuyarak ibret alabilir ve eski milletlerin kıssalarına muttali olabilir. İçtihata gerek bırakmayan celi nasları anlamada da kimseye muhtaç değildir. Zina ve ribanın haram olması ve benzerlerindeki gibi. Haklarında hüküm olan (vurud-u nas) açık konuları anlamaya amadedir. Basamakların ilki Kur’an ile buluşmak ve onu anlamaya çalışmaktır. Anlamak da hüküm çıkarmanın ilk ayağıdır. Kur’an-ı Kerim’i anlamaya çalışmak ve anlamak da hüküm çıkarman ilk basamakları arasında sayılır. Elbette Kur’an-ı Kerim’i anlamak için de az çok tali ilimlere ve alet ilimlerine vakıf olmak gerekir. Anlayışı geliştikçe avam da kendi başına bedihi hükümleri kavrayabilir.
İlim kesintisiz beşikten mezara kadar olduğundan anlayışı geliştikçe ahkamı anlaması da gelişir. Aminin yani sıradan birinin ömür boyu avam olarak kalacağı da öngörülmemiştir. Bazen merci-i taklitler tekellüs ederler yani kireçlenirler ve idrakleri kapanır. Fehimleri ve anlayışları körelir. Bazen onların görmediklerini dışarıdan birisi kolayca görebilir.
Bu noktada layman yani kurum dışı ve saha dışı oldukları için İslam aleminde tepki uyandıran iki kişi olmuştur. Birincisi Sünni dünyada Seyyid Kutup diğeri de Şii dünyada Ali Şeriati. Kavrayış itibarıyla ehli fenni geçmişlerdir. Buna mukabil geleneksel Sünni ve Şii ekoller tarafından tenkide uğramışlardır. İlimlerine itimat sorgulanmıştır. Lakin onların seviyesinde ehli fenden bir ihtisas sahibi de çıkmamıştır ya da nadiren görülmüştür. Hadis diliyle ‘ulema su’ deyimi vardır. Avam ya da havasa dalkavukluk eden ilim adamları ve ilim zümreleri vardır. Avama dalkavukluk etmek ister siyasi cenahtan gelsin isterse ilmiye cenahından gelsin populizm olarak adlandırılır. Buna bazen halk goygoyculuğu da denmektedir. Seyyid Kutup ile Ali Şeriati ise elbette hatadan masun değillerdir görüşleri ve eserleri yeniden değerlendirmeye açıktır lakin bildikleri doğrultudan ve doğrudan sapmamış ve ayrılmamışlardır. Seyyid Kutup Nasır tarafından idam edilmiş ve savunduğu değerlerin bedelini canıyla ödemiştir. Ali Şeriati ise yakından tanıyanlarına göre 1977 yılında eceliyle bu dünyadan ayrılmıştır. Kimileri SAVAK tarafından zehirlendiğini söylese de buna dair inandırıcı bir delil yoktur. Tahkike muhtaç bir meseledir.
Batı’da da kilisenin dışında ilahiyatçılar serpilmiştir. Alman ilahiyatçı Hans Küng bunlardan birisidir. Vizyonu kilise ilahiyatçılarından daha geniştir. Fransız ilahiyatçı ve oryantalist Louis Massignon da bunlardan birisidir ve İkinci Vatikan Konsilinin toplanmasına ön ayak olmuştur. Kurum dışı çalışanların yani Laymanlarin hakkını mahfuz tutarken klasik eğitimi de küçümsememek gerekiyor.
Bir layman olan İsmail Raci el Faruki de fakültelerde aldığı eğitimi yetersiz saymış ve Ezher’e geri dönerek ve eğitim alarak kendisini tartmak ve eksikliklerini gidermek istemiştir. Seyyid Kutup da Muhammed Ebu Zehra gibi kurum içi eğitim alanlara başvuruda bulunmuştur.
Kur’an karşısında nispi olarak hepimiz cahiliz. Onu bir kişi, bir asır hatta bütün asırlar boyunca ihata etmemiz, kuşatmamız mümkün değil. Ne müçtehitler ne de mücedditler tek başlarına onun hakkını verebilirler. Öyleyse ‘cahiller bir kenara’ dediğimizde zorunlu olarak kendimizi de o kümenin içine atmış ve katmış oluruz. ‘Her bilenin üzerinde bir bilen vardır’ fehva ve hükmünce her bilgin diğer bilginin bilgisine muhtaçtır. İstisnası yoktur.
İhata sorunu nedeniyle günümüzde kimileri kolektif içtihattan bahsetmektedir.