Değişimin, hayatın kanı-canı mesabesinde olduğunu kabul etmek gerek. Hayatı hayat yapan şey değişimdir belki de. Bu nedenle değişmeyen tek şeyin değişimin kendisi olduğu söylenir (Herakleitos). İnsana dair olan değişimin önemli bir özelliği yavaşça gerçekleşmesidir. Mesela insanlar doğuyor ve ölüyor. Bu döngü her gün hatta her dakika oluyor. Öyle ki belli bir süre sonra, mesela 90 yıl sonra, şu an dünyada yaşayan insanların neredeyse tamamı ölmüş, yenileri doğmuş ve onlar yaşıyor olacaktır. Tıpkı şu an yaşadığımız çağda, mesela, 1930 yılında doğan insanların çoğunun hayatta olmadığı, o tarihten sonra doğanlar olarak yaşıyor olduğumuz gibi.
İnsanın kendi dönemindeki hayatını biricik sanması, bu nedenle, bir yanılgıdır. Her dönemin, her çağın insanı bu yanılgıyı yaşar. Unutma olgusunun yaratılmasındaki hikmetlerden biri de bu tür değişimin anlaşılamamasına sebep olmaktadır ki bu da “büyük imtihan” için bir gereklilik olsa gerek.
Değişim, çoğunluk için, insanın dışında vuku buluyor. İnsanın kullandığı alet-edevat değişiyor. Bunlar değişince hayatı yaşama biçimi değişiyor. İnsanın hayatı değişince fikrinin değişmesi ile fikrinin değişmesiyle hayatının değişmesi aynı şey değil. İnsandan beklenen, yani “hazreti insan”dan beklenen, önce fikrinin, ardından fikrine uygun bir şekilde hayatının değişmesidir. Lakin işler böyle olmuyor. İnsan hayatın peşinden gittiğinden önce hayatı, sonra fikri değişiyor. Fikri değişince de hayatı değişiyor. Bir çeşit kulaktan kulağa oyunu gerçekleşiyor. Eğitimde kullanılan bir yöntem olan kulaktan kulağa oyununda, öğretmen sıranın başındaki öğrencinin kulağına bir cümle söyler, o kişi yanındakinin kulağına, o kendi yanındakinin kulağına derken sonuncu kişinin kulağına gelene kadar aradaki kişilerin yanlış aktarımı neticesinde en sondaki kişi ilkine söylenen cümleden bambaşka bir cümleyi bize söyler. İşte asıl kaynaklardan uzaklaşıldığında hayatta ortaya çıkan değişim, yani insanı özünden uzaklaştıran değişim, bu değişimdir. Bu hem insanın dışındakilerin değişimi hem de insanın değişimiyle ortaya çıkan değişimdir. Bu değişim karşısında yapılacak şey, Nurettin Topçu’nun ifadesiyle “cephedeki asker gibi” her an tetikte olmaktır.
Ancak değişimin kaçınılmazlığı meselesi ile değişim karşısında ne yapılmalı sorusu farklı çözümleri gerektirir. Değişim kaçınılmaz demek, insanın her değişime uyum göstermesi demek değildir (Modern dünyanın psikoloğu Jean Piaget, yanlış bir şekilde, uyumu zekâ ile açıklar, zekâ uyum göstermedir der). Esas yanılgı da burada yatmaktadır. İnsanın aklı cephedeki asker gibi, gönlü gümrük memuru gibi olmalıdır oysa. Her fikir kabul edilemez, her mal içeri alınamaz. Bir kontrol gerekir yani. Ülkenin kültürüne (yasalarına) uygun olanlar girebilir ve bu kültürün (yasanın) müsaade ettiği alet-edevat gümrük kapısından içeri girmesine müsaade edilir. Ancak bu durumda değişimin bir dozer gibi üstümüzden geçmesinden kurtulabiliriz.
Ayrıca ancak böyle bir hâl içinde hayatın kaçınılmazı olan değişimi yine hayatın kanı-canı haline getirebiliriz. Hatta bu durumda değişim, hayati bir mesele haline gelir. Kan değişimi olmadığında insanı nasıl kaybedersek, değişim olmadığında da insanı ve toplumu kaybedebiliriz. Mesela Osmanlı, tıptaki kan değişimi ayarındaki değişimi gerçekleştiremediği için tarih sahnesinden çekildi.
Tüm bunlara karşın insanoğlunun çoğu durağan hayata düşkün. Bu düşkünlük nedeniyle toplumları harekete geçiren peygamberler gönderildi insanlara. Dâhiler, evliyalar, filozoflar ve kahramanlar bu uyuşuk/ durağan hayatı yıkmak için geldiler. İnsanı değiştirmek için yani. İnsana düşen ise, değişimi yönetme iradesine sahip olması, böyle bir ruh taşımasıdır. Nurettin Topçu buna isyan ahlakı der. İsyan ahlakı kendi kendimizi tedavi etmek demektir bir bakıma. Öte yandan değişim rüzgârında sağlam kalabilmek için Allah’ın dostlarına da ihtiyaç var. Bunlar bizim kanımızı değiştirirler, diriltirler bizi. Böyle insanlar aramalı insan. Aramak, bu anlamda, insan olmaktır. Aramak, kurtuluşa götüren bir taşıttır. Arayan bulur, bulan dirilir, dirilen kurtulur.
Batılı ifadeyle söylersek, değişim karşısında insanlar, toplumlar ve devletler proaktif olmalı, reaktif değil. Bizim kültür buna basiret ve feraset sahibi olmak der. Bu nedenle olsa gerek Efendimiz “Müminin ferasetinden sakınınız” der. Değişimin basiret ve feraset sahipleri için kırılmaya değil dirilmeye yol açması bu nedenle olsa gerek. Bize, bizi diriltici değişimler lazım, kültürün üzerinden yükselen, kültürün kontrolünden geçen değişimler… Eğitim, dirilişin gerçekleştiği yerdir, piyasalaşmanın değil.