Gece kavurur ayazı, gündüz yakıcı sıcağı,
Görmedi en güzel yetim sıcak bir baba kucağı…
Mekke, ortasında vaha, etrafta simsiyah dağlar,
Annesin kabri başında, küçücük bir öksüz ağlar…
Abdullah ile Amine, O’nu tez bırakıp gitti,
Rabbiydi tek sığınağı, ne dağıldı ne de yitti…
Ebu Talib’in evinde sessizce büyüyor bir nur,
Bir numune-i imtisal, insanlığa büyük onur…
Gençlik çağlarında dahi, kerih herşeyden uzak,
Rabbinin korumasında, şeytan kuramadı tuzak…
Herkesin şehadetiyle, O Muhammedü’l-Emindi,
Âlem-i ezel ervahtan, kutlu bir ahid, yemindi…
Asuman vechine meftun, zemin kademine âşık,
Mütebessimdi o çehre, yaratılanla barışık…
Hatice, eşi, evdeşi, sığındığı muhkem liman,
Sinesinde teslimiyet, şefkat, sadakat ve iman…
Sonra hüzünlü arayış, sessiz tenhalarda huzur,
Hira dağında inziva, bekleyiş, oluş ve o nur…
Önce korku, tedirginlik, sonra huzur ve de temkin,
Cebrail’le inen vahiy, ihata eden bir yakîn…
Haşyetiyle vakıanın, gidiş önce hanesine,
“Ört üstümü Ey Hatice…”, varış şefkat sinesine…
“Ey örtülere sarınan, kalk ve dinimi tebliğ et…”
İnsanlığa tek kurtuluş, kopana değin kıyamet…
Artık durmak, durak yoktu, emir açık, vahiy netti,
Şimdi mesuliyeti tebliğ, vazifesi Risaletti…
Başlamıştı hakaretler, her gün çile, eza, cefa,
Taif’te kanatan taşlar, yoktu insanlarda vefa…
Yola döşenen dikenler, kovulma, alay etmeler,
Ebu Leheb, Ebu Cehil, tahkir, tehdit, diretmeler…
Öte yandan sıcak dostlar, Ebubekir, Ömer, Ali,
Zeminin şahit olduğu en kavi dostluk, en âli…
Hüzün, acı birdi artık, dertler aynı keder birdi,
Dava aynı, ideal bir, tebliğ, cihad, kader birdi…
Kenetlendi sahabeler, duvarda tuğla misali,
Ne gelirse gelsin artık, hepsi özlüyor visali…
Böylesine bir şerefi kime nasip eder Allah,
“Anam, babam, canım sana fedadır Ya Resulullah…”
Ne güzel bir teslimiyet, sadakat bidayetinde,
“Allah ve Resulü bilir”, her sözün nihayetinde…
Ve Miraç, özel teselli, fevkalâde ikram Hak’tan,
“O söylediyse doğrudur”; Ebubekr’i “Sıddık” yapan…
Sonrasında mahrumiyet, karınlara bağlı taşlar,
Eller açılmış göklere, özde dua, gözde yaşlar…
Ammar, Yasir, Sümeyye’ler, işkenceler, eziyetler,
Bilâl’in göğsünde kaya, dilinde “Ehad”, tekbirler…
Tek dayanağın Allah, tek bir ümidin var, cennet,
Ve beklenen o gün geldi, yön Medine, emir “Hicret”…
Kutlu bir yol arkadaşı, O “İki kişiden biri…”
Dostu O’nun, can yoldaşı, Sıddığı, Ebubekir’i…
Tahayyülün ötesinde, Sevr mağarasındaki sır,
Meftundur onlara ümmet, meftun âlem on dört asır…
Ve Medine, Şehr-i Ensar, muhacire açmış kucak,
Medeniyetin nüvesi, kutlu belde, asil bucak…
Muhacirler ile Ensar kaynaşıverdi çabucak,
Hasretlik son buldu artık, mü’min tek yürek, tek ocak…
Sonra Bedir, Uhud, Hendek, imtihanlar ard ardına,
Zafer, hüzün, şehadetler, tarih düştüler yurduna…
“La galibe İllallah”ta vücut buldu tüm zaferler,
Bazen Halid, bazen azatlı köleydi muzafferler…
Uhud, ağır imtihandı tepedeki askerlere,
Numune-i imtisaldi, tüm zamanlardaki erlere…
O ki devlet başkanıyken, yatağıydı yerde hasır,
Kasra meftundu her asır, oysaki hasırdaydı “sır”…
Feth oldu mükerrem Mekke, kadim belde-i emniyet
Layıktı Osman bin Talha, Kâbe’miz ona emanet…
Ve yaklaştı vakt-i firak, veda haccı, yüz bin hacı,
Sözler ümmete emanet, yüreklerde bin bir acı…
Asırlara sari hutbe, her kelime binbir hikmet,
İnsanlık şahit olmamış, böyle emniyet, adalet…
Ve bir tercih, bir kavuşma, bir vuslat binbir hasrete,
Yanar, kavrulur yürekler, hüzün kaldı bu ümmete…
İrtihalini yazarken titriyor kalemler, eller,
Nasıl sana “gitti” desin, kıyar mı kelâmlar, diller…
Kalem, kelâm sükût eder, susmak yaraşır bu demde,
Hâmuşan olmak gerekir, zübde-i âlem âdemde…
Emanetti Kitabullah ve Sünnet-i Resulullah,
Bizi Zat’ına “Has Kul” et, O’na “Has Ümmet” Ya Allah…
Resulü Kibriya’sın sen, gözü yaşlı milletine,
Havz-ı kevserin umarlar, şefaat et ümmetine…
Seni yaratan Rabb’ime nihayetsiz hamd-ü sena,
Salât, selâm sana olsun, cânım Muhammed Mustafa…
Yeryüzünde kol geziyor hüzün, keder, acı, zulüm,
Medet ummada garipler, ya işkence yahut ölüm…
Ya İlahi nusret eyle Muhammed’in ümmetine,
Yetiş mazlumun ahına, Habib’inin hürmetine…
Ahmet Kağan Karabulut