Muhterem Efendim, Arif Öğretmenim!1
Bilseniz sizi ne kadar özledim. Bir ben değil, sizi tanıyıp bilen, hatıralarınızı dilden dile dinleyen hemen herkes özledi. Ne çok hayır şahitleri biriktirmişsiniz güzel insan.
Hatıralarınız ve atasözü olmaya aday sözleriniz köyümüzün sınırlarını çoktan aştı. Farklı şehirlere ve ülkelere taşınanlar sizden alabildiklerini de yanlarında götürdüler. Sohbetlerine tuz-biber yapmaktalar.
Neydi o günler efendim, siz gelmeden düğünler başlamaz, davullar çalmaz, kazan kapakları açılmazdı. Düğünler bir tarafa siz gelmeyince cenazeler kalkmaz, defnedilmezdi. İyi günde, kötü günde gözler hep sizi arardı. Siz isim koyuncaya kadar çocuklar isimsiz büyümek zorundaydı. Bekir Amca gibi daha niceleri sizin tasvibinizi almadan doktorun verdiği ilacı dahi kullanmazdı.
O zamanlar kalemtıraş ve silgi pek bulunmazdı. Hastalara yapılan İğnelerin toz kısmının muhafaza edildiği, flakon şişelerin kapaklarındaki lastiklerden silgi yapardık. Kalemlerimizi de çakınızla siz açardınız. Kalemlerimizi bir taraftan açarken diğer taraftan derse devam eder: “Çocuklar bir gün gelecek, ‘Yaz’ deyince kendiliğinden elinizi vurmadan yazan kalemler çıkacak.” Nasıl olur bu? diye çok düşünmüş çözememiştim. Şimdi bizim gibi kalem kullananlar kınanıyor. Sahte akıllı, etkileşimli telefonlara söylüyorsun, yazıyor.
Avşar Amca’nın oğlu İsmail, İstanbul’da bir okul kazanmıştı da kendisi de hanımı Hasibe Teyze de göndermemek için direniyordu, tâki siz; “İyi olur gitsin, ben İsmail’e güveniyorum, siz de güvenin, İsmail bizi utandırmaz!” deyince razı olmuşlardı. Şimdi savunma sanayiine yazılım programları yapıyor.
Kimin eline bir kitap geçse onu ilkin sizin incelemeniz gerekirdi, sizin onayınızdan geçmeyen kitaplar okunmazdı. Hasan Basri Çantay’ın Kur’ân-ı Hakîm ve Meâli Kerîm’i bile günlerce sizin tasvibinizi beklemişti. Üç ciltlik kitabın üçünü birden üç kere öpüp başınıza koymuştunuz.
Bazı işleri örnek olsun diye göstererek yapardınız, onu sizin yaptığınızı herkes bilirdi. Bazı işler de vardı ki yıllar sonra öğrenirdik sizin yaptığınızı, bazılarını da kimin yaptığını bilmezdik ama gümanımız/zannımız sizden yanaydı.
Nazife ile Özdemirlerin Osman ayrılmışlar diye duymuştuk. Sonradan duyduğumuza göre ayrılmamışlar da ayrılmaya karar vermişler. Siz bir akşam ziyaretlerine gitmişsiniz, ertesi sabah âdeta yeni ve mutlu bir yuva doğmuş. Sonrası ismini sizin koyduğunuz üç çocuk… Hatta büyük kızları Meryem’in nikâh şahitliğini de siz yapmışsınız.
Bunları bildiğiniz halde niye mi anlatıyorum? Size yazarken, kendimi sizinle sohbet ediyor gibi hissediyorum. Sözü uzatmak için de böyle vesileler buluyorum. Umarım kusuruma bakmazsınız.
Nazife-Osman çiftine hangi tılsımı uyguladınız? kimse bilmiyor. Keşke bilseydik de ayrılan onlarca, yüzlerce çiftten bir ikisine merhem olsaydık. Şimdi evlenenlerin üçte birine yakını ayrılıyormuş. Bazıları da ayrılma olmasın diye nikâhsız olarak birlikte yaşıyorlarmış. Geçenlerde bir haberde “Dört çocuğunun annesiyle evlendi” diye bahsediyordu. Siz de bilirsiniz Matematik ve Türkçe derslerim hep “pekiyi” olurdu ama bu cümleyi bir türlü anlayamadım.
Selman Amca’nın öküzleri, yoncadan şişip ölünce, tüm köy yas tutmuştu. Nereden buldunuz, nasıl ettiniz Selman Amca’ya kısa zamanda iki öküz aldınız, hasat tarlada kalmadı. “Arif Hoca bu kadar parayı nerden bulmuş?” diye çok konuşuldu. Sonradan sırrınızı öğrendik, bir yardım kasanız mı, sandığınız mı varmış. Bunu bilen ve durumu iyi olanlar mahsul döneminde veya bir şey sattıklarında bir miktarını size verir; siz de sandıkta muhafaza eder, acil durumlarda devreye sokarmışsınız.
Ben küçüktüm ama babamdan dinlediğim çok hayretimize giden bir hatırayı da şimdi hatırladım:
Muhtar Ramazan Amca, âzalarla birlikte size gelmişler, muhtarlık mührünü önünüze bırakıp; “Hoca bundan böyle muhtarımız sensin!” demişler. Sizin, bunun mümkün olmadığını, gerekçelerinizi ifade ettiğiniz konuşmalarınızı sanki hiç duymamış gibi çekip gitmişler. Bir ay kadar mühür sizde kalmış.
Köyü gezmeye çıktığınızda herkes size bir şey ikram etmek için yarışa girerdi. Sizin gibi zayıf bir insan, hiçbirini geri çevirmez, az da olsa ikram edenleri gönüllerdiniz de yine de zayıflığınıza çare olmazdı. Sizi erkekler lafa tutarken, Mehpâre Yenge’m de hanımların sorularını cevaplar, onlara korsan eğitim verirdi. Köyün kadınları “En güzel turşu, en güzel reçel nasıl yapılır?” Mehpâre Yenge’den öğrenmişti.
Ah Arif Hoca’m ah! Erken yaşlandınız. Allah Hz. Nuh’a verdiği ömürden biraz da size verseydi ne olurdu? Hikmetini kendi bilir tabii. “Asıl usta sadece maharetli olan değil, aynı zamanda maharetli kalfa yetiştirendir.” derdiniz. Sahi siz niye kalfa yetiştirmediniz? Yeriniz boş mu kalacak şimdi?
Bir Ramazan ayıydı; köylü imam bulamamıştı da “Ramazan ayı mahzun olmasın, cemaat teravihsiz kalmasın” diye o sene köyün cami hocalığı işi de size kalmıştı.
Size yaşlandınız diyorum ama talebeleriniz torun sahibi oldu, hatta torunlardan anne-baba olanlar bile var.
Bizler de hamdolsun yaşıyoruz. Şimdiki gençlere “Z kuşağı” diyorlar. Onlar, ölçüsüz eğlenmeye “Yaşamak” diyorlar. Orta yaşlılara “Y kuşağı” diyorlar. Onlar da yani benim de içinde olduğum grup, yiyip içip dolaşıyorlarsa, çene yapacak bir de dostları varsa buna yaşamak diyorlar.
Siz bize yaşamayı; “Üretmek, artmak, artırmak, gelişmek, sevmek, sevilmek ve sevdirmek” gibi kelimelerle ifade ederdiniz. Sizin tarifinize göre yaşayanlar çok azaldı Efendim.
Hep olumsuz hikâyelerimle sizi üzdüm. Güzel şeyler de olmuyor değil. Askerimizin ihtiyacı olan silah ve mühimmatın çoğu şimdi yerli üretim. Yerli helikopterimiz oldu, insansız hava araçları üretildi. Böyle giderse yerli uçağımız bile olur inşallah.
Siz “Rabbimiz önce öğretmeni, sonra kitabı gönderdi. Öğretmensiz kitap, insanı bilgiç yapar, ukalâ yapar.” derdiniz. Ne demek istediğinizi şimdi daha iyi anlıyorum efendim. Herkes her şeyi biliyor. Ya da bildiğini sanıyor. “Bence…”, “Bana göre…” diye başlayan cümleler kural tanımıyor. Usul bilgisi rafa kalktı. Kimi ateist, kimi deist, kimileri de satanist oldu. Hepsinin ortak özelliği pozitivist olmak… Konuşmak kolay, yapmak zor geliyor.
Merhamet, saygı, şefkat, fedakârlık, sıla-i rahim (akraba ziyareti), kardeşlik, cömertlik vb. terimler sözlük mahkûmu oldular.
Köyümüze nohut, fasulye, ceviz sizinle geldi. Buğday, arpa, yulafın dışında pek ziraatımız olmazdı. Şeref Amca’nın jawa marka motoruyla, bir torba toprağı ilçe tarıma götürmüş, bir ay sonra müjdeli haberi getirmiştiniz. Mümbit bir toprağımız varmış da kıymetini bilmezmişiz.
“Çocuklar okumasınlar, okurlarsa gavur olurlar.” korkusunu siz yendiniz de köyümüzün çocukları lise ve üniversite ile tanıştılar.
Mektubuma “Öğretmenim!” diye başlamadım. Sıradan, ismi öğretmen olanlarla karıştırmamak için öyle yaptım müsamahanıza sığınarak.
Efendim bu mektup size ulaşır da okursanız ne yapar eder cevap yazar veya yazdırırsınız. Yok, eğer cevap gelmezse anlarım ki artık fatiha istiyorsunuz.
Sizi çok özledim Arif Öğretmenim!
Seni çok özledik Arif Hoca’m!
Sizin gibi öğretmenleri çok çok özledik efendim.
Ellerinizden öperim efendim. Talebeniz, sınıf başkanı Yıldırım ALKIŞ
(Bitti)
—————————