Yusuf DURSUN
Her yıl Mart ayı gelince içimdeki sevinçle hüznün güreşi başlar.
Sadece bahara erdiğimiz için değildir sevincim. Sadece Nevruz’a kavuştuğumuz için coşmaz yüreğim. Bilirim ki İstiklal Marşımız olmasaydı baharın allı yeşilli günlerinin bir anlamı olmazdı. Bahar, nasıl coşturursa beni, gölgesine sığındığım ay-yıldızlı bayrak da öyle coşturur. Ay yıldızlı bayrağımız nasıl süslerse gökyüzünü, İstiklal Marşımız da tarihin küheylanıyla geçmişten geleceğe bir gezintiye çıkarır ruhumu.
Hele 18 Mart’a geldiğimizde içimdeki sevinçle hüznün güreşi iyice kızışır. Sevinirim çünkü o tarih, Çanakkale’nin geçilmez olduğunu yedi düvele ilan ettiğimiz tarihtir. Üzülürüm çünkü böylesine muazzam bir zafere rağmen, müttefiklerimiz savaşı kaybettiği için biz de yenik sayılmışızdır. Sevinirim çünkü Türkiye Cumhuriyeti devletimizin temelleri ta o zaman atılmış ve üzerine şehit kanlarıyla mühür basılmıştır. Diğer yandan üzülürüm çünkü vatan coğrafyamızın çoğu elden çıkmış; aziz milletimiz, Anadolu coğrafyasında yaşamaya mahkûm edilmiştir. İçimden kahırlı bir ses yükselir ve Abdürrahim Karakoç’un mısralarını terennüm eder:
“Ellerin yurdunda çiçek açarken Bizim ile kar geliyor gardaşım. Bu hududu kimler çizmiş gönlüme? Dar geliyor, dar geliyor gardaşım.”
Bize, artık gönül coğrafyamızın güzellikleriyle avunmak düşmüştür. Nasıl olsa bu coğrafyaya sınır çizmek mümkün değildir. Türkülerimiz, ağıtlarımız, deyimlerimiz, oyunlarımız; hepsinden önemlisi hür ufuklarda dalgalanan bayraklarımız ve semayı kaplayan ezanlarımız bizi biz yapmaya devam eder.
Yılların cazgırı vurdukça tokmağına, gönlümün çayırındaki güreş bütün hızıyla devam eder:
Çanakkale Savaşları denilince aklıma gözünü kırpmadan cepheye koşan Mehmetçikler gelir. Ayağı çarıklı, esvapları yamalı, saçları kınalı Mehmetçikler… Ah, ne hazindir ki -şair gönlümüzün ifadesiyle- çocuk Mehmetçikler…
“Boyları tüfekten bile küçüktü,
Ama yürekleri dağca büyüktü,
Ve tatlı canları sineye yüktü.
Çanakkale mahşerine koştular,
Cennette şakıyan yavru kuştular”
Onlar yok mu hele onlar, yüreğimdeki sevinçle hüzün güreşinin sırtı yere gelmez pehlivanlarıdır. Onlarda kendimi bulurum. O cennet kuşlarının vatan için çarpan kalbi, öteleri gören gönül gözü, “medeniyet denilen tek dişi kalmış canavarın” karşısına dikilen iman dolu göğsü olurum. Onlarla beraber şehadete yürümek elbette sonsuz bir sevince gark eder beni. Ya geride bıraktıkları? Ya acısını yüreğine gömen bağrı yanık analar, bacılar, kardeşler, baba yüzü görmemiş evlatlar? İşte onlardır beni hüznün acımasız oklarıyla vuran. İşte onlardır aradan yüz yılı aşkın bir zaman geçtiği hâlde yüreğimde bütün canlılığıyla yaşayan.
Başta İngilizler olmak üzere, leş kargaları gibi Çanakkale’ye üşüşen kuvvetlerin, “Mehmetçik” kavramının ne anlama geldiğini savaşa karar vermeden önce idrak etmelerini ne çok isterdim. Öyle olsaydı, hiçbiri Churchill gibi ham hayale kapılmazdı. Ne demişti İngiliz Donanma Komutanı Churchill: “Bir hafta içinde Çanakkale’yi geçeriz. Sonra ver elini İstanbul. Şimdiden büyük zaferimizi kutlamak için hazırlıklar başlasın.”
Churchill’in bu düşüncesi gerçekten bir hayaldi zira o, mesela Seyit Onbaşı’nın 215 kiloluk top mermisini sırtladığı gibi bataryaya yerleştireceğini ve o topun savaşın seyrini değiştireceğini bilmiyordu.
Churchill’in bu düşüncesi gerçekten bir hayaldi zira onun, Ezineli Yahya Çavuş’un, Balkan Savaşlarında aldığı yeniğinin hıncıyla neler yapabileceğine dair en ufak bir fikri yoktu.
Churchill’in bu düşüncesi gerçekten bir hayaldi zira o, askere gideceği gün vefat eden ağabeyinin yerine geçerek tam bir erkek gibi savaşan Ayşe kızın ruhunda kopan fırtınalardan habersizdi.
Churchill’in bu düşüncesi gerçekten bir hayaldi zira o, Nusret mayın gemisinden denize bırakılan Osmanlı yapımı mayınların, savaşın kaderini değiştireceğinden habersizdi.
Churchill’in bu düşüncesi gerçekten bir hayaldi zira o, “Ben size taarruzu değil, ölmeyi emrediyorum!” diyerek Mehmetçiği yüreklendiren Yarbay Mustafa Kemal’i tanımıyordu.
Churchill’in bu düşüncesi gerçekten bir hayaldi zira o, Teğmen Semih’le nişanlısı Şefika’nın neler yapabileceği konusunda en ufak bir fikre sahip değildi. (Ne yapmıştı Teğmen Semih’le nişanlısı Şefika? Kısaca hatırlayalım: Cepheye
gidecek olan Semih, nişanlısı Şefika’dan bir söz alır. Buna göre Semih şehit olursa Şefika bir Çanakkale gazisiyle evlenecektir. Semih, cepheye gider ama Şefika’yı mektupsuz bırakmaz. Her mektubunda komutanı Celadet’in kahramanlığından bahseder. Bu arada Şefika, bir sahra hastanesinde hemşirelik yapmaya başlar. Görev yaptığı çadırda yaralılar arasında kahramanlığı ile meşhur yüksek rütbeli bir subay vardır. Ona, üstün hizmet madalyası takılacaktır. Madalyayı takacak komutan, yaralı subayı övünce ondan beklemediği bir cevap alır: “Keşke ben de Teğmen Semih gibi şehit olsaydım!” Bu cümle Şefika’nın dikkatini çeker ve bu yaralı subayın, Semih’in mektuplarında adı geçen Celadet olduğunu anlamakta gecikmez. Tören biter, içeriye yürümekte zorluk çeken yaşlı bir kadın getirilir. Bu kadın Celadet’in annesidir. Evladını bağrına basan yüreği yanık anne, “Yavrum sen niye bana sarılmıyorsun?” deyince hayatına mal olacak bir cevap alır oğlundan: “Nasıl sarılayım anne, yorganı aç da bak!” Kadın, oğlunun üstünden yorganı kaldırınca ne yapacağını, ne diyeceğini bilemez zira Celadet’in kolları ve bacakları yoktur. Zaten yorgun olan ana yüreği bu manzaraya dayanamaz ve zavallı anne, oracıkta son nefesini verir. Celadet, hem ağlamakta hem konuşmaya çalışmaktadır: “Komutanım, bana bakacak bir anam vardı, şimdi o da yok. Bundan böyle kim bakar bana?” Komutan cevap verir: “Üzülme evladım. Seni bu hâlinle bile kabul edecek nice vatansever Türk kızları vardır.” Şefika, bütün acısını yüreğine gömerek söze girer: “Ben, sizinle evlenmeye hazırım Celadet Bey!” Herkesin şaşkın bakışları altında sürdürür konuşmasını: “Böyle yapmakla, sizin az önce bahsettiğiniz nişanlım Teğmen Semih’e verdiğim sözü tutmuş olacağım.”)
Evet, Churchill kahraman Türk milletindeki ezan ve bayrak aşkını yeterince tanıyabilseydi böyle ham hayaller peşinde koşmazdı. Acı gerçekle yüzleştiği zaman çoktan iş işten geçmişti.
Nasıl ki her doğan gün yepyeni ümitlerle doğuyorsa her batan gün de sadece insanların değil milletlerin ruhunda da derin izler bırakarak tarihteki yerini alıyor. Geriye; ezan, bayrak, vatan ve istiklal aşkıyla yanan nesillere, acı-tatlı bir miras kalıyor.
Bize düşen, her yeni nesle bu mirası aktarmak. Onları; vatanı sevme, koruma, kollama ve yüceltme aşkıyla yetiştirmek.
Unutmayalım ki,
“Atalar mirası aziz vatanda
Modern çağın çocukları yaşıyor.
Zamanı gelince kullanmak için,
Süngüsünü yüreğinde taşıyor.”
Yüreğinde taşıdığı süngüsü çok çalışmak, çok düşünmek, çok üretmek ve bu vatanı çok sevmek olan modern çağın çocuklarına güvenelim çünkü onlar, aziz şehitlerimizin torunlarıdır.
Mart ayının son günlerine geldik, içimdeki güreş hâlâ devam ediyor. Görünüşe bakılırsa içimin sevinç pehlivanı üstün götürüyor güreşi. Hüzün pehlivanı yenilmek üzere.
Davul zurna daha bir coşkuyla inletiyor meydanı ve cazgır, destan şairimiz Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu’nun mısralarını haykırıyor:
“İnatla girmeyin soy sop faslına. Kurtsa kurt, itse it döner aslına. Rum ülkelerinde Oğuz nesline. Peygamber kavlince öz verilmeli.”
Çekmeköy/İstanbul