Dr. Hasan YILDIZ – DERSAÂDET YAZILARI-2
Devlet kurumlarında gözlenen bozulmanın ve gerilemenin sorumluluğunu ilgili kuruma yüklemenin nesnel ve tutarlı bir tarafı bulunmamaktadır. Birer tüzel kişilik olan kurum ve kuruluşlar, onları yönetenlerin kabiliyet ve yetenekleri nisbetinde hizmet ve ürün ortaya koyar; ortaya konulan hizmet ve ürünün kalitesine göre de değer görürler.
Osmanlı’da II. Mahmut dönemine gelinceye kadar padişah değişiminde en etkili kuvvet Yeniçeri Ocağı ve ulemâ sınıfıydı. Yeniçeri Ocağı maddi gücü; ulemâ sınıfı ise manevi gücü oluşturuyordu. II. Mahmut, ulemânın da desteğini alarak maddi kuvveti oluşturan Yeniçeri Ocağını kaldırmış, ardından yine medrese menşeli devlet adamlarının öncülüğü ve katkısıyla başlatılmış olan mektepleşme sürecini hızlandırarak manevi kuvveti oluşturan medreselerin etkisini azaltmayı amaçlamıştı. Diğer bir ifadeyle ilmiye sınıfı, yetişmiş oldukları medreselerin sonunu hazırlayan kurumların teşekkülüne de katkı sağlamıştı.
Tanzimat’la birlikte mektepleşme sürecinin ivme kazanması üzerine geleneksel eğitim kurumu medreseler için yeni bir süreç başlamıştı. Mektep-medrese ikiliğine yol açan bu süreçte önce rüştiyelerin ve özellikle 1867 yılından itibaren sultânî mekteplerin açılmasıyla birlikte medreselerin güç ve destek kaybı artarak devam etmişti. İlerleyen süreçte, zemin sarsıntısına dönüşecek olan bu kayıpların farkına varan basiret sahibi ulemânın ön alma çabaları ise II. Meşrutiyet dönemine kadar sonuçsuz kalacaktı.
Bilinenin aksine II. Abdülhamid de küçük inşa ve tamirat işleri dışında medreselerde yapılacak yeni bir düzenlemeye ya da ıslahata sıcak bakmıyordu. Bu durum medreselerin vakıflar eliyle yönetilmesi ve özerk bir yapıya sahip olmalarından kaynaklanıyordu. Bir nevi dönemin sivil toplum kuruluşları olan vakıflara müdahale etmekten ya da merkezi bir yönetime bağlamak anlamına gelecek düzenlemelere girişmekten çekiniliyordu. Vakıflar, sadece fiziki mekanlar ve mâlî konular itibarıyla Evkâf Nezâreti’nin denetim ve kontrolündeydiler. Vakıflar bünyesindeki medreselerde verilen eğitim-öğretim faaliyetleri ise tamamen vakıf mütevellisinin ve medresede görevlendirilen müderrisin inisiyatifindeydi. Bu nedenle medreselerin tek elden yönetilmesinin güçlüğü ya da tek bir teşkilat yapısına dönüştürülmesinin imkansızlığı söz konusuydu.
Öte yandan medreselilerin yönetim değişikliklerine yol açan toplumsal olaylardaki etkin ve öncü rolü ise hafızalarda canlılığını korumaktaydı. Bu zorluğu ve riskli durumu gören II. Abdülhamid, mektepler ve müfredat programları aracılığıyla bir taraftan hissiyât-ı Osmâniye’yi tabana yaymayı, diğer taraftan ise ittihâd-ı İslâm siyasetine bir yol açmayı amaçladı. Nitekim imparatorluk bünyesindeki farklı etnik kökene ve dine mensup toplulukları ortak bir paydada ve duyguda birleştirmek en akıllıca yol olarak görülmekteydi. Bu hedefe ulaşmak amacıyla II. Abdülhamid, tüm Osmanlı coğrafyasında çağın ihtiyaçlarını karşılayacak nitelik ve donanımda mekteplerin açılarak yaygınlaştırılmasını ve müfredat programlarında İslâmî İlimlerle alakalı derslere daha fazla yer verilmesini sağladı.
Böylece mekteplerin lehine gelişen değişim ve yenileşme süreçleri II. Meşrutiyet’in ilanına kadar medreselerin semtine uğrayamadı. Geleneksel eğitim sistemi gereği medreselerde İslâmî İlimlerin eğitimine devam edilirken çağın gelişmelerine paralel olarak değişen ve gelişen yeni/modern ilimler (tarih, coğrafya, cebir, hendese, kitâbet, vb.) medrese programlarında kendine yer bulamadı.
18. yüzyılın sonlarına kadar medreselerde İslâmî İlimlerin yanında dönemin ihtiyaçlarını karşılayacak düzeyde tarih, coğrafya, hendese (geometri), hesap (aritmetik), heyet (astronomi), hikmet-i tabiiyye (fizik) gibi dersler okutuluyorken zamanla bu derslerin yeni gelişmelere ve ihtiyaçlara paralel olarak güncellenmemesi ya da okutulmaktan vazgeçilmesi üzerine medreselerin kendilerini yenileyememe sorunu ortaya çıkmıştı. Özerk yapıya sahip kuruluşlar olmaları nedeniyle medreseler arasında bir koordinasyon da söz konusu değildi. Diğer bir ifadeyle tek bir merkezden idare edilmeyen medreseler birbirlerinden bağımsız ve kopuk bir şekilde eğitim faaliyetlerini sürdürüyorlardı. Her ne kadar İslâmî İlimler kapsamındaki temel dersler aynı olsa da okutulan derslerin belirlenmesinde vakıf mütevellisinin ya da müderrisinin tercihi etkili oluyordu.
19. yüzyılın ikinci yarısına gelindiğinde, Fıkıh ilminde yetkin hukuk adamları yetiştirmek amacıyla 1854’te kurulan Muallimhâne-i Nüvvâb, medreselerin kaynaklık ettiği yargı alanına eleman yetiştiren bir kurum olarak ortaya çıkıyordu. Bu durum, medreseler aleyhine gelişen ilk somut adım olarak görüldü. 1885’te Mekteb-i Nüvvâb’a, 1908’de Mekteb-i Kudat’a dönüştürülen kurumun bir yıl sonra Medrese-i Kudat adıyla eğitim faaliyetine devam etmesi medreselerin yargı alanındaki payını elinden alacağının açık göstergesiydi. Diğer taraftan Darülfünûn bünyesinde 1900 senesinde açılan İlâhiyat Şubesinde İslâmî İlimlerin okutulmaya başlanması da medreseler aleyhine gelişen bir diğer gelişme olarak değerlendiriliyordu.
İlmiye çevrelerinde medreselerin zemin kaybına yol açacak tehlikeli gelişmeler olarak algılanan bu gidişatı önlemek amacıyla medreselerde ivediyle köklü bir ıslahatın gerekliliği dillendiriliyordu. Bu bağlamda basiret sahibi bir kısım ulemânın yoğun çabalarıyla ıslahat önerileri hazırlanarak yetkili makamlara sunulmuşsa da bu girişimler II. Meşrutiyet dönemine gelinceye kadar devlet yönetiminde karşılık bulmamıştı. Hazırlanan ıslahat önerilerinde fünûn-ı cedîde adıyla anılan yeni/modern ilimlerin medrese programlarına ilave edilerek mekteplerden daha mükemmel bir şekilde okutulması önerisi başta gelmekteydi.
Medreselerde okutulan İslâmî İlimlerin yanında yeni/modern ilimlerle alakalı derslerin de programa dahil edilmesi yönündeki teklif, bir nevi tevhid-i tedrisatın yani öğretimde birliğin medrese çatısı altında uygulamaya geçirilmesi anlamına gelmekteydi. Öte yandan hazırlanan ıslahat teklifleri, medresenin teşkilat yapısının mektepler modellenerek yeniden yapılandırılmasını ve ders geçme uygulaması yerine mekteplerde uygulanan sınıf geçme sisteminin uygulanmasını içermekteydi.
Kaleme alınan ıslahat önerilerinin medreseler için son çıkış yolu ya da ayakta kalma hamlesi olarak değerlendirilmesi mümkündür. Nitekim çağın ihtiyaçlarına uygun bir değişim, dönüşüm ve yapılanmanın gerekliliği ilmiye çevrelerinde karşı konulmaz bir heyecanla ve yüksek sesle dile getirilmeye başlanmıştı. Bu yöndeki ilk adımın II. Meşrutiyet döneminde atılması mümkün olacaktı.
Bu adım, 1910 senesinde Fatih Tabhâne Medresesinde tertip edilen büyük bir merasimle atılmış, medrese programına fünûn-ı cedîde ya da tabiî ilimler/tabiat ilimleri adıyla anılan derslerin ilave edilerek eğitim-öğretimde yeni usullerin uygulamaya geçirileceği ilan edilmişti. Başta ilmiye mensupları olmak üzere toplumun tüm kesimlerince büyük bir memnuniyetle karşılanan bu düzenlemeye dair değerlendirmeye bir sonraki yazımızda yer vermek dileğiyle…