Dünyânın en sahih ve tek müşterek dili “kavram dili”dir… Bilhassa kâinâtı tanıma, kavrama ve anlamlandırma gayretleri ile meydâna gelen bu dil, insanlığın ortak müdrike, müfekkire ve muhayyilesinin bir mahsûlüdür… Kavramlar ile kavramlar, kelimeler ile kelimeler arasındaki kökteşlik ve soydaşlık alâkalarını ortaya koyma çabası -ki buna iştikâk denir- esâsında kâinâtı, mevcûdâtı aslî mâhiyetleri ile tanıma, kavrama ve anlamlandırma niyetinden kaynaklanır…
Yaratılışa dâir tasavvurların, çoğunlukla su ile gök/felek merkezli nazariyeler dâiresinde şekillendiği, öteden beri dikkat çekmektedir… Türkçe “gökdeniz” kavramı da bu duruma işâret eder… Arapça felek–fülk (gök-gemi) kelimeleri arasındaki alâka da bundan olmalıdır… Yaratılış öncesinin bilinmezlik ve karanlık hâli ise, kaos ya da kargaşa olarak nitelenmekte, bu da yine Arapça aynı kökten türeyen felâket kelimesinde ifâdesini bulmaktadır…
Felek, “gök, gök tabakalarından her biri; yörünge” anlamlarına gelmektedir… Eflâk, “felekler” demektir… Kur’ân-ı Kerîm‘le de teyîd edilen İslâm medeniyetindeki töreli gök tasavvuruna göre yedi felek, yâni seb’a semâvât (yedi gökler) yaratılmış, -âdetâ soğan tabakaları misâli- her biri altındaki feleği saran ve taşıyan bu felekler -sırasıyla- Kürsî ve Arş isimli feleklerle kuşatılmıştır… Toplamda dokuz felekli (nüh felek) bir gök tasavvurudur bu… Meşhur “Levlâke levlâk lemâ halaktu‘l-eflâk. (Sen olmasaydın, sen olmasaydın felekleri yaratmazdım.)” hadîs-i kudsîsine göre, cenâb-ı Hakk, felekleri ve onlarda yer alan her şeyi, hazret-i Habîbullâh’a muhabbeti hürmetine yaratmıştır…
Fülk, “gemi” demektir… Birbirini saran soğan tabakaları şeklinde tasavvur edilen felekler, bu şeklî tasavvurlarıyla da fülklere, yâni gemilere benzetilmektedir…
Felek–fülk alâkası, feleklerin sonsuz gökdenizde yüzen fülkler, yâni gemiler olduğu şeklindeki bir tasavvura dayanılarak kurulmaktadır… Her felek kendi yükünü taşıyan bir fülk olarak düşünülür… Mâverânın sonsuz denizinde yüzen felekü’l-muhît (en kuşatıcı felek) ya da felekü’l-eflâk (feleklerin feleği) tâbîr edilen ve tüm yükleriyle tüm felekleri taşıyan en büyük felek, yâni en büyük fülk, “Arş” ismiyle müsemmâdır… Bu husûsiyetiyle, Arş’ın “fülkü’l-eflâk” (feleklerin fülkü, feleklerin gemisi) tâbîriyle nitelenmesi edebî açıdan da bedîî bir güzelliğe pencere açabilir…
Felâket, genel olarak “canlı ve cansız varlıklara büyük zararlar veren, yeniden onarılması zor büyük yıkımlara yol açan tabîî ve beşerî âfet, musîbet, belâ, sıkıntı” anlamında kullanılmaktadır…
Felek-felâket alâkası, her felâketin -felekü’l-muhît ya da felekü’l-eflâk de denilen- Arş’tan, Arş ötesi mâverâdan ya da Arş’ın altında yer alan kader kitâbı Levh-i Mahfûz’dan indirildiğini düşündürtmektedir… Her felâket felektendir; feleklerin anası ve en büyüğü olan Arş’ın, yeryüzüne bir cezâsı hükmündedir… Bu yüzden, konuşma dilinde ve edebî dilde felek, kendisine serzenişte bulunulan, ağır hücum ve taarruzlara hedef olan, hattâ kimi meşreplerce de sövülen, her türlü felâketin kaynağı ve belâlısı kabul edilen bir sitemkâr zâlimdir…
Bununla birlikte, felek öncesi feleksizlik durumu ya da aşamasının felâket, yâni belirsizlik, bilinmezlik, kargaşa, kaos sayıldığı da ortadadır… Yâni, felek yoksa felâket vardır…
Fülk-felâket alâkası ise, büyük “Tûfân”ı akla getirmektedir… Hazret-i Nûh’a tûfan felâketinden önce bir fülk, yâni gemi inşâ etmesi emredilmiş idi; o ve ona inananlar bu felâketten, onun inşâ ettiği fülk sâyesinde kurtulmuşlar idi… Nûh Tûfânı’nın, dünyâ târîhinin bilinen ilk büyük felâketi olması ve bu felâketin de felekten, yâni gökten indirilmiş olması bu kelimeler arasındaki ilişkiler ağını ortaya koymaktadır… Ezcümle, felek gibi fülk de felâketten koruyucudur…
Felek ve fülk kelimeleri ile sonrasında gelen felâket îkâzının, Yâsîn Sûresi’nde, aynı bağlamdaki ardışık âyetlerde dile getirilmesi bu mevzû muvâcehesinde hayli mânidar görünmektedir. Şöyle ki:
“Le’ş-semsu yenbağî lehâ en tudrike’l-kamera ve le’l-leylu sâbiku’n-nehâr ve kullun fî-felekin yesbehûn. (Ne güneş aya yetişebilir, ne de gece gündüzü geçebilir; her biri bir yörüngede yüzmektedir.)… Ve âyetun lehum ennâ hamelnâ zurriyyetehum fi’l-fulki’l-meşhûn. (Onların soylarını dolu gemide taşımamız da onlar için bir delildir.)… Ve halaknâ lehum min-mislihî mâ yerkebûn. (Biz, onlar için o gemi gibi binecekleri nice şeyler yarattık.)… Ve in neşe’ nuğrikhum fe lâsarîha lehum ve lâ hum yunkazûn. (Biz istesek onları suda boğarız da kendileri için ne imdat çağrısı yapan olur, ne de kurtarılırlar.)… İllâ rahmeten minnâ ve metâ’an ilâ-hîn. (Ancak tarafımızdan bir rahmet olarak ve bir süreye kadar daha yaşasınlar diye kurtarılırlar.)…” (Yâsîn / 40-44)
Yâni, mahlûkâtın ya da mevcûdâtın tümü su ile çepeçevre kuşatılmış hâldedir, âdetâ bir denizde yüzmektedir… Yâni, felekler öyle fülkler, öyle gemilerdir ki güneş de ay da onlara binip yüzerler… Yâni, felek de fülk de mevcûdâtı ve insanları felâketten koruyan, âfetten kurtaran birer rahmettir…
Diğer taraftan, Avrupa dillerinde des astres (/ Asteria, yıldızlar), astro (gök/felek) ile désastres (/ disaster, felâket) kelimeleri arasındaki ilişkiler de felek/gök ve yıldızlar ile felâket arasındaki derin anlam alâkasına işâret etmektedir… Dis-aster kelimesindeki dis olumsuzlayıcı unsuru, kelimeyi “yıldızsızlık/göksüzlük” anlamıyla belirli kılar ki kadim inanışlarda felekte/gökte yıldızların görünmemesi bir felâket haberi, işâreti kabul edilmiştir…
Töreli hayat tarzında gökteki yıldızlar, yol işâretleri olarak görülür; bu yüzden, yıldızların izini kaybetmek, yıldızları görememek uğursuzluk ve felâket sayılır… Kezâ göksüzlük, gökyüzünün kılavuzluğundan habersizlik ve gökyüzüyle alâkasızlık, kısacası felekten, eflâkten mahrûmiyet, esâsında tam bir felâkettir…
Felekler, mevcûdâtın fülkleri, gemileridir… Feleksizlik ise, kâinât okyanusunda fülksüz, gemisiz, yıldızsız, yönsüz kalma felâketidir…
Kıyâmet ânının kargaşasının tasvir edildiği sûrelerden biri olan İnfitâr süresinin başındaki âyetler bir bakıma bu feleksizlik ve fülksüzlük felâketini anlatmaktadır:
“İze’s-semâ’u’nfetarat. (Gök yarıldığı zaman.)… Ve ize’l-kevâkibu’nteserat. (Yıldızlar saçıldığı zaman.)… Ve ize’l-bihâru fuccirat. (Denizler kaynayıp fışkırtıldığı zaman.)…” (İnfitâr / 1-3)
Son tahlilde, tüm feleklerin, muhabbeti hürmetine yaratılmış olduğu hazret-i Ahmed Muhammed Mustafâ’dan ve onun hakîkatından bîhaber ve gâfil bulunma bedbahtlığının, büyük felâket olduğunu söylemek gerekir… Hiç şüphesiz felâketlerin en büyüğü ise, tüm felekleri yaratan, şaşmaz ve sapmaz bir töre üzere döndüren cenâb-ı Hâlık’ın hidâyetinden nasipsizlik hâlidir… Zîrâ, gökyüzüne ve yıldızlara bakılarak yön belirlenebileceğini ve yol bulunabileceğini insanlara ilham yoluyla öğreten de Allâh’tır…
Necip Fazıl ustâdın
Tam otuz yıl saatim işlemiş ben durmuşum
Gökyüzünden habersiz uçurtma uçurmuşum
mısrâlarındaki eseflenme ve hayıflanma, bu felâketi idrâk eden akıllı bir kalbden vârid olmuştur…
Hulâsa, uzay bir gökdenizdir; bu gökdenizde her şey uzay gemisinde seyrüseferdedir; uzay gemisinin dışında kalmak ise felâkettir…
Abdülkadir DAĞLAR