eğitim,öğretim,terbiye,talim,Meb,Üniversite,öğrenci,öğretmen,muallim,öğretim üyesi,maarif,aile,
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
Ankara
Az Bulutlu
13°C
Ankara
13°C
Az Bulutlu
Çarşamba Hafif Yağmurlu
11°C
Perşembe Hafif Yağmurlu
10°C
Cuma Hafif Yağmurlu
9°C
Cumartesi Çok Bulutlu
9°C

Erken Cumhuriyet Dönemi Eğitim Anlayışı

Erken Cumhuriyet Dönemi Eğitim Anlayışı

Milli Eğitim Bakanlığı, 1923’ten 27 Aralık 1935 tarihine kadar “Maarif Vekâleti”, 28 Aralık 1935’ten 21 Eylül 1941 tarihine kadar “Kültür Bakanlığı”, 22 Eylül 1941’den 9 Ekim 1946 tarihine kadar “Maarif Vekilliği”, 10 Ekim 1946’dan sonra “Milli Eğitim Bakanlığı”, 1950’den sonra “Maarif Vekâleti”, 27 Mayıs 1960 tarihinden sonra “Milli Eğitim Bakanlığı” adıyla faaliyetlerini sürdürmekte olan bir kurumdur.

Bir önceki yazıda da ifade ettiğimiz gibi sistem, tüm Cumhuriyet tarihi boyunca Ziya Gökalp’in savunduğu sosyolojizm kökenli Durkheimci bir sistemi oluşturur. Ziya Gökalp’in “Türkçü-İslâmcı-Batıcı” formülünün ve yine meşhur “Fert yok cemiyet vardır, hak yok vazife vardır” şeklindeki Durkheimci yorumunun eğitime yansıtıldığını görmekteyiz.

Gökalp’in yaklaşımları 1926 yılından itibaren programlarda kendine yer bulur. Dolayısıyla ilköğretim ve ortaöğretim seviyesinde ortaya konan amaçları gerçekleştirmek üzere Cumhuriyet’in ilk yıllarından itibaren merkeziyetçi gelenek içinde örgütlenmiş bir milli eğitim teşkilatı çıkar.

Bilindiği gibi Türkiye, eğitim faaliyetlerini yıllardır ulus devletçi zihniyetle sürdürmeye çalışan bir ülkedir. Bakıldığında eğitime rengini veren kanun ve yönetmeliklerin çok eski olduğu ve tek parti zihniyetinin ürünü bir anlayışla işlevselleştirildiği görülmektedir.

Kısacası Türkiye’de “millî eğitim”i Cumhuriyet dönemi boyunca tek parti ideolojisi şekillendirmiştir. Eğitim kurumları resmî ideolojinin yeniden üretim merkezleri olarak kurgulanmış ve CHP’nin altı oku, yasa ve yönetmeliklerle eğitimin tüm unsurlarına sirayet ettirilmiştir.

Resmi ideolojinin içselleştirilmesi için eğitimin her şeyden evvel millî ve pozitivist bir nitelikte olması gerekiyordu. Dolayısıyla bu hedefe zarar verecek herhangi bir aykırılığa asla müsaade edilmedi. Kısacası eğitim, ulus devletin ihtiyaçları doğrultusunda kurgulanmıştır.

Modern ulus devletlerde  “eğitim ve ideolojinin” birbirinden ayrılmaz iki kavram olduğu bilinen bir gerçektir. Çünkü ulus devletler, egemen resmi ideolojilerini toplumun tüm kesimlerine yaymaya “okullar” aracılılığıyla gerçekleştirmeye çalışır.

Kısacası bu tür zihniyetlerde eğitim bir ideolojik endoktrinasyon kurumu olarak işlev görür. Ulus devletler için “okul” istenilen insan tipini yetiştirmenin en etkili araçlarından birisi konumundadır.

Toplum bu sistemlerde eğitim kurumları aracılığıyla değiştirilmek istenir. Mevcut egemen ideolojisine bağlılık ve itaat buralarda aşılanmaya çalışılır. Denilebilir ki modern ulus devletler varlıklarını eğitim kurumlarına borçludurlar.

Çocuk eğitimine de paternalist bir zihniyetle yaklaşılır. Çocuklar, üzerinde yatırım yapılan birer nesnelere dönüştürülür. Çocuğa doğrudan çocuk olduğu için değil ileride resmi ideolojiyi özümseyen rejime sadık birer vatandaş olacakları için değer verilir. Ders kitapları da bu yaklaşımla hazırlanır. Eğitim kurumları sadece öğretim yapan bilim ve sanat üreten mekânlar olmak yerine kurumsallaşan katı milliyetçilik anlayışının içselleştirildiği ve resmi ideolojinin sorgulanmadan, eleştirilmeden aşılandığı birer ideolojik aygıtlara dönüştürülür.

Ulus devletlerin eğitimin ne denli güçlü bir mekanizma olduğunu keşfetmeleriyle başlayan tek-tip insan yetiştirme politikalarının ardından birazda Türkiye’nin mevcut eğitim anlayışını doğuran ve üzerinde mutlaka yüzleşmemiz gereken süreç hakkında bilgi vermek isterim.

Malumunuz tek parti döneminin ürettiği zihniyetle şekillendirilen bir eğitim sisteminde maalesef bireylere hayata dair özgürlükçü bir bakış açısı kazandırmak oldukça zordur. Birey bu tür tek-tipçi anlayışla işlev gören eğitim sistemlerinde dar bir milliyetçilik ideolojisi içinde, parasız ve zorunlu tutulan devlet okullarında, kendilerine uygun görülen tek tip kıyafetler giyip, marşlar ve antlar okuyarak, militarizmi ve milli ideolojiyi kutsayan, geleceğin itaatkâr birer vatandaşları olarak yerlerini alırlar.

1921 yılında Ankara’da toplanan I. Maarif Kongresi açılış konuşmasında Atatürk;

“Şimdiye kadar takip olunan tahsil ve terbiye usullerinin milletimizin gerileme tarihinde en önemli bir etken olduğu kanaatindeyim. Onun için bir millî terbiye programından bahsederken, eski devrin batıl inançlarından ve doğuştan sahip olduğumuz özelliklerle hiç ilgisi olmayan yabancı fikirlerden, Doğu’dan ve Batı’dan gelebilen tüm etkilerden tamamen uzak, millî ve tarihî özelliğimizle uyumlu bir kültür anlıyorum.” Sözleriyle bir bakıma yeni Türk devletinin eğitim anlayışının, özgün bir kültür ve ulus oluşturma temelinde pozitivist ve milli olması noktasında işlev görmesi gerektiğini vurgulamıştır.

CHP’nin eğitimle ilgili görüşleri de 1923 yılında yazılan programda ele alınmıştır. Ve 1927’de yapılan ilk genel kongresinde de kabul edilmiştir. Mustafa Kemal tarafından kaleme alınan parti programının “eğitim siyaseti” başlıklı bölümü ise su şekildedir: ”Eğitimin milli, laik ve tek okul esasına dayanmış olması ilkemizdir. Eğitimde amacımız ulusal toplumun uygar ve toplumsal değerini yükseltecek, ekonomik gücünü artıracak vatandaşlar yetiştirmektir. İlköğrenimin parasız ve mecburi olmasını ve en kısa zamanda eylem durumuna geçmesini birinci derecede önemle izliyoruz.”

1931’deki programın besinci bölümünde ele alınan eğitimin işlevi Milli Talim ve Terbiye başlıklı bölümde kısaca şu şekilde izah edilir: “Kuvvetli cumhuriyetçi, milliyetçi ve laik vatandaş yetiştirmek tahsilin her derecesi için mecburi ihtimam noktasıdır. Türk milletine, T.B.B.M.’ye ve Türkiye Devletine hürmet etmek ve ettirmek hassası bir vazife olarak telkin olunur. Fikri olduğu gibi bedeni inkişafa (gelişim) da ehemmiyet vermek ve bilhassa “seciyeyi milli derin tarihimizin” ilham ettiği yüksek derecelere çıkarmak büyük emeldir. Terbiye ve tedriste takip edilen usul, bilgiyi vatandaş için maddi hayatta muvaffak olmayı temin eden bir cihaz haline getirmektir. Terbiye her türlü hurafeden ve yabancı fikirlerden uzak, üstün, milli ve vatanperver olmalıdır.”

Bakıldığında 1 Mart 1924 yılında o dönemin şartları da dikkate alındığında merkeziyetçi, klasik eğitim anlayışının tohumlarının atıldığını görüyoruz.

Esasen Türkiye, Tanzimat’tan bu yana aradığı özgün eğitim felsefesine henüz ulaşılabilmiş değildi. Eğitim-öğretimin tüm unsurlarıyla tek merkezden kumanda edilmesine yol açan dolayısıyla eğitim faaliyetlerini tamamen devletin denetimine ve gözetimine bırakan aynı zamanda hiyerarşik bir yapılanmayı da beraberinde getiren ve hala yürürlükte tutulan Tevhid-i Tedrisat yasası tam da böyle bir dönemde çıkartılmıştı.

TBMM’ne sunulan Kanun’un gerekçesinde ” Bir millet efradı ancak bir terbiye görebilir. İki türlü terbiye, bir memlekette iki türlü insan yetiştirir” denilerek eğitimde tek tipçiliğin önü açılmış olunuyordu. 1925 yılında İsmet İnönü’nün “Muallimler Birliği’nde” Tevhidi Tedrisatı övdükten sonra yaptığı bir konuşma, meseleye olan yaklaşımını ve kararlığını göstermesi açısından manidardır. İnönü konuşmasında” Hedefe varmak için her cahilane itiraz ve teşebbüs bertaraf edilecektir. Kanunun bu husustaki salahiyetini bütün şümulü ile tatbikte en ufak bir tereddüt gösterecek değiliz. Hiç bir mani karşısında tevakkuf etmeyeceğiz, ettirmeyeceğiz” demiştir. Şef aynı zamanda “Sizin vereceğiniz terbiye dinî değil milli, beynelmilel değil millidir. Sistem bu..” diyerek  okullarda verilecek terbiyenin de çerçevesini çiziyordu.

 Resmi ideolojinin toplumun tüm kesimlerince benimsenmesi için CHP’nin kontrolünde devletin ideolojik aygıtları diyebileceğimiz Türk Ocakları, Millet Mektepleri, Halk Odaları Halkevleri ve devamla Köy Enstitülerinin kurulduğunu görüyoruz. Aynı zamanda bu kurumların ciddi bir asimilasyon kurumları olarak faaliyet gösterdiklerini görüyoruz.

Örneğin Türk Ocakları Kürdüm diyenlere Türklüğünü öğretmek yönünde bir faaliyet sürdürüyor. Hatta bu Ocaklar 1926 yılında “Vatandaş Türkçe Konuş” kampanyaları başlatmış, bu yönde cezai yasaların çıkartılmasını sağlamışlardır. 1930’ların baslarında Türk-tarih tezi ve Güneş-Dil teorisi gibi birazda trajikomik denilebilecek savların ortaya atıldığını da biliyoruz.

Cumhuriyet dönemi boyunca okullarda okutulan ders kitaplarına baktığımızda bu bakış açısını daha net bir biçimde müşahede etmekteyiz. İlkokullar için hayat bilgisi, yurttaşlık, tarih, coğrafya dersleri konuluyor. Bu derslerin amacı yeni rejimin ilkelerini benimsetmek ve resmi ideolojinin propagandasını yapmaktır.

Bir sonraki yazıda buradan devam edelim…

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.