eğitim,öğretim,terbiye,talim,Meb,Üniversite,öğrenci,öğretmen,muallim,öğretim üyesi,maarif,aile,
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
Ankara
Az Bulutlu
23°C
Ankara
23°C
Az Bulutlu
Perşembe Hafif Yağmurlu
23°C
Cuma Hafif Yağmurlu
23°C
Cumartesi Az Bulutlu
20°C
Pazar Yağmurlu
22°C

Ercan Yılmaz: “Şiir hakkında vardığım nihâî sonuç, şiirin tadına varmak.”

Röportaj: Leyla Yıldız

-Kendinizi kısaca tanıtır mısınız?

-Edebiyat öğretmeniyim. Sakarya Geyve doğumluyum. Geyve’yi vurguluyorum çünkü Geyve’nin şiirimizde önemli bir yeri var. Başta Sezai Karakoç olmak üzere… Behçet Necatigil anne tarafından Geyveli. Geyve ile ilgili şiirler var. İlk ve orta öğrenimimi Adapazarı’nda, yüksek öğrenimimi ise Karadeniz Teknik Üniversitesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünde tamamladım. Aslen Kafkasyalıyım. Büyük dedelerim, 93 Harbinde Sakarya’ya göçmüşler. Ve mesleğimin son yıllarındayım, emekli olmayı düşünüyorum.

-Niçin Melâmî Kavisler? “Kavis” sözcüğü Hilmi Yavuz Hoca’nın arka kapak yazısında belirttiği gibi sizi hakikaten büyüledi mi?

-Hocam çok güzel yakaladı. Bazı kelimeler vardır ki insanın kaderi olur. Ve bazı kelimler, bazı insanları büyüler. Beni de çok önceden beri… Ahmet Haşim’in bir şiirinde “kavs-ı mutalsam” diye bir tamlaması vardı. O şiiri ortaokul zamanlarında duymuştum. O zaman “kavs-ı mutalsam /tılsımlı kavis” ne ola ki diye düşünmüştüm. Yani inanın belki ortaokul yıllarından itibaren, yaklaşık 30- 35 yıldır zihnimde dönüp duran bir şey… Tılsımlı kavis ne demek… Şimdi dönüp dolaşan, bazen elife dönen, bazen daireye dönen kavis, sonra Taha’nın Kitabı’nda Sezai Bey’in şiiriyle birleşti. Sezai Bey de kavis metaforunu çok sık kullanıyor. Tabi bu kavisler, bende “melâmî”, “melâmet” dolayımında var olan kavisler… Böyle bir şiir serüvenine dönüşmüş oldu. 27 soneden oluşan, “kavis” metaforunun merkezde olduğu bir kitap vücuda geldi.

Melâmî Kavisler’de orijinal imgeler, imajlar, kendinize has söyleyişler ve metaforlar var. Birkaçını vermek istiyorum: “Allah’tan göle indi bir kavis, krizantem vakti, ateşler saçan mim, kuzeye giden ince yolların kethüdası, ipek kabuğunu kır, dağılsın dalgın kavimleri aşkın geyik derilerine, o çan bir gül için çalıyor, yeşil adada aşktan yetim kal, yüzündeki kavislerden yapılan lir, aşkın kirmeniyle eğrilen yün, vav’dan heyula yap, anberini süveyda yapmaya yazgılı bir şâir, ankanın soğumuş küllerini eğirmek…” ve daha niceleri…

Bu hayâl ve söyleyişler çalışmanın mı yoksa ilhâmın mı eseri? Size göre şiire inşâ ile mi yoksa ilhâmla mı gerçekleşir?

-Benim şiir yazma tarzım 3-4 senede bir kitap çıkaracak şekilde yoğun bir çalışma süreciyle gerçekleşiyor. Şiirin inşâ edilen bir şey olduğunu düşünüyorum. Dolayısıyla okumalardan beslenerek, sadece okumalardan değil, seyrettiklerimizden, dinlediklerimizden, hayatın kendisinden…  Hangi bağlamda, lirik bağlamda… Ben şiiri lirik düzlemde kabul eden biriyim.

Daha ziyade yaptığım okumalar neticesinde bir şey inşâ etmeye çalıştım. Melâmî Kavisler’in çok derinine inmek istemiyorum, yani kitap hakkında çok ip uçları vermek istemiyorum. Bazen şöyle bir dönüp bakıyorum şiirlere… Hangi hâlet-i rûhiyeyle yazmışım, hangi atmosfer içerinde yazmışım. Bazen onları bile hatırlayamıyorum, ya da tereddüt içerisinde kalıyorum. Şuraya mı gönderme yapmıştım, buraya mı gönderme yapmışım, şeklinde.

Melâmî Kavisler’de metaforlar hayli yoğun. Üzerinde tek tek çalışılmış intibâını veriyor. 

-Evet, çok yoğun bir kitap bu. Bütün şiir serüvenimin yoğun kitabı olduğunu söyleyebilirim. 27 sone gerçekten çok, bir çeşit şey gibi… Yunus’un şathiyesinde olduğu gibi.

Ceviz metaforu var, koz… Cevizin en dış kabuğu, yeşil kısmı kırıldıktan sonra asıl sert kabuk geliyor. Onun da kırılması yetmiyor. Ondan sonra öz. Ama o özün beyazlığının ortaya çıkması için o özün üzerinde bir zar var, o zarın da çıkarılması gerekiyor, diye düşünüyorum. O yüzden bende özel bir yere karşılık gelen, çok husûsî bir yere işaret eden bir kitap olduğu için, olabildiğince perdeler arkasına gizledim. Dolayısıyla fâş edebileceğim, ipucu verebileceğim, bu zâviyeden bakmak lazım diyebileceğim çok da ip uçları yok kitapta.

– Şiir yazmak size neyi ifade ediyor? Bütün eylemler, dilin aynasını aşkla cilalamak için mi?

Çok güzel bir soru. Ben de kendimi bildiğim andan itibaren yani kendimi, sadece yazmak bağlamında değil, bilmeye başladığım anlardan itibaren her şey, ama hayattaki her şey, nefes alıp vermemden tutun da bütün yapıp etmelerime kadar her şey aşka dâir. Aşk, çok kuşatıcı bir şey… Bütüncül bir şey olarak düşünüyorum aşkı.

Kâinatın mayası aşk. Var olma sebebi aşk. Maide 54’e baktığımız zaman “O onları sever, onlar da O’nu severler.” buyruluyor. Dolayısıyla kâinata, oluşa, insanlara, varlıklara muhabbet nazarıyla bakmamak mümkün değil. O nazarla baktığım şeyleri devşirip görebildiklerimi şiire dönüştürmeye çalıştım. Kendimi bildim bileli, aşağı yukarı lise bir- lise iki yıllarından itibaren, 30-32 yıldır onun gayreti içerisindeyim. “Beni bana gösterecek aynamdı.” diyor ya Necatigil… O aynayı bulmanın peşindeyim. O aynanın sırı da şiirdir.

Melâmî Kavisler müzikalitesi yüksek, şiir diline has sözcüklerle örülmüş: “havuz, hayâl, âh, siyâh, kandil, süveydâ, cihân, kavis, intisâp, mahzûn, yağmur, kuğu, mâvi, câm, dem, neşîde, rüyâ, mihrâp, eleğimsağma” gibi.

Sizin şiiriniz “öz şiir” de dediğimiz “saf şiir”in güzergâhında mı yer alıyor? Valery’nin, Verlaine’in, Baudelaire’in, Yahya Kemal’in, Hâşim, Tanpınar, Dranas’ın şiir çizgisinde misiniz?  Yoksa siz kendinizi farklı bir yerde mi tanımlıyorsunuz?

-Teşekkürler hocam, ben şiir yazmaya başladığım andan itibâren, şiirin herhangi bir şeye hizmet etmesi gerektiğini düşünmedim. O zaman bir poetika sahibi değildim, yani lise yollarında. Üniversite sonrasında, Hilmi Hoca’yı tanıdıktan sonra, biraz poetikam şekillenmeye başladı; onun açmış olduğu yoldan ilerlemek babında.

Ben saf şiirin dolayısıyla modern şiirin, ki Fransızlar öncülük ediyor (Baudelaire başta olmak üzere), iki başat kriteri var. Birincisi temsiliyetsizlik, ikincisi müzikalite… Bu iki şey benim şiirim için de geçerli… Benim şiirim herhangi bir şeyi temsil etmiyor; herhangi bir ideolojiyi, bir yaşam tarzını, bakış açısını temsil etmiyor. Sadece kendisini temsil ediyor. İkincisi ben şiirde ahengin çok gerekli olduğunu düşünen biriyim; çünkü yine Valery, Baudelaire şiiri dolayımında…

Baudelaire şiir için “Büyü üretimi” diyor. Büyü üreteceksem bunu ahenkle yapmak istiyorum, diye düşünüyorum. İlk kitabım Âherli Zamanlar’dan itibaren, yaklaşık yirmi seneyi geçti, ilk kitaptan bugüne hep o ahengin peşindeyim. Yani “Yârab bana bir ses yaratan kudreti ver.” mısraındaki o sesin kimyasının peşinde…

 Dolayısıyla benim şiirimin okuyanı bir anlamda şiir haline sokması gerektiğini düşünüyor ve öyle yazıyorum. Zaten öyle söylüyordu Edgar Morin… Diyor ki şiirin amacı, bizi şiir haline sokması. Meselâ Dıranas’ın Olvido şiirini okuduğumuz zaman baştan aşağı şiir haline dönüşüyoruz. Ya da Baudelaire okuduğumuz zaman ya da Âsaf Hâlet okuduğumuz zaman veya Yahya Kemal’in Erenköy’de Bahar’ını okuduğumuz zaman vs. şiir haline dönüşüyoruz. Norton Konferansları bağlamında Borges’in söylemiş olduğu bir cümle var: “Şiir hakkında vardığım nihai sonuç, şiirin tadına varmak.” Ben de hep öyle düşünmüşümdür. Şiir tadına varılması gereken, bizi şiir haline dönüştürmesi gereken bir şeydir.

– O halde Ahmet Hâşim’e yaklaşıyorsunuz. Hâşim diyor ya “Şiirde manâ aramak, güzel sesli bir bülbülü eti için kesmeğe benzer.” Evet, şiirlerinizde söyleyiş güzelliği öne çıkmış, mânâ geri plana atılmış intibâını veriyor.

Evet, mânâ benim için önemli değil, fakat şiirlerim büsbütün mânâsız anlamında söylemiyorum. Öne çıkaracağımız şey o temsiliyetsizlik, ahenk, mûsîkîdir… Ben şiiri bir eda, bir mûsîkî bir tavır meselesi, yani bir ahenk meselesi olarak görüyorum.

Yahya Kemal şiire beste diyordu, nağme diyordu; Hâşim daha radikal bir şey söylüyor, mûsikîye yakın, diyordu. Yahya Kemal mûsikînin kendisi diyor. Ben de öyle düşünüyorum.

– Kitapta ve kapağında şiirlerin yeşil ve mor mürekkepli el yazılarına da yer verilmiş. Şiirlerin el yazılarını kitaba taşıma fikri nasıl doğdu?

Benim çok önemsediğim bir şey… Şâirlerin el yazılarını çok merak ederim. Bilhassa sevdiğim bir şâirin meselâ Rilke’nin el yazısını gördüğüm zaman Rilke’yi daha çok sevmiş, büyülenmiştim. Yahya Kemal’in el yazısı, Hilmi Hoca’nın el yazısı harikulâdedir. Dolayısıyla el yazıları, şiirin, müziğin bir parçası gibi geliyor bana dâima.

İlk kitabımdan itibâren şiirlerimi elle, dolmakalemle yazıyorum. Düz yazılar da dahil olmak üzere ilk kitabımdan itibaren defterlerimi dolmakalemlerle yazıyorum. Yazdıktan sonra manisküllerini saklıyorum. Bu son kitap için, Melâmî Kavisler için, el yazısındaki kavislerin de görülmesini istedim.

 İkincisi şiirin yapılan bir şey olduğuna ilişkin bir tavrı da göstermek istedim, el yazılarıyla. Yani üzeri çizilmiş kelimeler var, ok çıkmış başka bir şey yazılmış filan, biraz böyle karışık manisküller… Onun da kitaba görsellik kattığını, kitaba anlam yükleyeceğini ve bir kıymet katacağını düşündüm. Orlando Art Yayınevindeki arkadaşlar da bu projeyi çok güzel şekilde karşıladılar.

– Şiirlerinizde Klasik şiirimizden izler var. “yüzündeki ay, âteşgede, nûr, râvi, kavs-ı mutalsam, melâmî, ayna, tılsım, mûm, dilber, kâkül, kethüdâ, rebâb, çerâğ, rubûbiyet, nazîre, deşt-i fenâ, tavus, kubbe, altın kavisler” gibi…

-Divan şiiri merakınızdan biraz söz eder misiniz? Nasıl başladı bu merak?

Lise yıllarında başlamadı Hocam. Lise yıllarında klasik şiir zevki veren bir hocamız olmadı maalesef, başka anlamlarda beslendik ama. Üniversitede şu anda rahmetli olan bir hocam var, Ahmet Hilmi Babaoğlu… O, şiiri bir duruş haline getirmişti, zarâfet haline getirmişti. Onu, çok üzerinde görüyordunuz, tavrında görüyordunuz. Bir şiirsel var oluş söz konusuydu onda gördüğümüz.

O klasik şiirimizden bahsederdi. Klasik şiirimize ilgi, bilhassa Gâlib Dede’ye ilgi onun işâret etmesiyle olmuştu. Hârika bir şeydi. Tabiri caizse altın bir kapı açtı önümüze. Ve o kapıdan gelen parıltılar, bizi o aralanmış kapıdan girmeye davet etti. Cezbetti, gözlerimizi kamaştırdı. Girdikten sonra muhteşem bir bahçeyle, muhteşem bir atmosferle karşılaştık.

Meselâ geceleri Gâlib Dede’nin Divânı’nı açıyorum, Hüsn ü Aşk’ını açıyorum, Fuzûlî Divânı, Nâilî Divânı’nı açıp birkaç beyit ya da gazel okumak o kadar iyi geliyor ki… Şifa niyetine.

Bâkî’ye bakıyorsunuz, Nef’î’ye bakıyorsunuz, Nedîm’e, Nâilî Kadîm’e, Hayâlî Bey’e, Ahmet Paşa’ya… O kadar büyük şâirler var ki… O kadar güzel şeyler söylemişler ki… Bunlardan habersiz olanlara o kadar üzülüyorum ki… Bu bahçeden, bu güzelliklerden, bu dünyadan habersiz olanlara o kadar üzülüyorum ki…

O dünyanın içinde olup da o dünyadan beslenmemek olmaz. Onlarda gördüğüm, benimsediğim bazı hususiyetleri temellük etmek istiyorum. Bu şâirlerin kullandığı metaforları, mazmûnları, imgeyi, mecazı, olduğu gibi kullanarak değil yaptığım, onları dönüştürerek, onları yeniden üretmek suretiyle… Neden? Çünkü ben bu şâirlere, benden öncekilere borçluyum, onlar benim ilham perilerim. Âsaf Hâlet Çelebi’ye borçluyum… Nazım’a borçluyum, Necip Fazıl’a borçluyum, Dıranas’a, Ziya Osman Saba’ya, Yahya Kemal’e, Ahmet Hâşim’e, Gâlib Dede’ye, Nâilî’ye, Fuzûlî’ye borçluyum.

Sadece onlara mı? Rilke’ye, Aragon’a… Onlara selam vermek, onlara gönül borcumu ödemek bağlamında bir eylemmiş gibi, bir vefa örneği gibi geliyor bana. Sevdiğim şâirleri, benimsediğim şâirleri kitabıma ve hayatıma taşımayı çok seviyorum. Böyle bir ilişki söz konusu.

Gâlib Dede’yi bilmeden modern bir şiir yazılabileceğimi düşünmüyorum. Bu, Batı’da da böyledir.

Melâmî Kavisler’de hem de modern şiire ait imgeler çok yoğun hem Klasik şiirimize ait imgeler çok yoğun… Fakat nazım şekli olarak soneyi tercih etmişsiniz. Bunun özel bir nedeni var mı?

-Çok güzel bir soru. Bazı şiirler kendi formunu da dayatıyor aslında. Melâmî Kavisler’ de benim kavis metaforunu ele alıyor ve dönüştürüyor olmam sadece bizim medeniyetimiz dolayımında olmadı. Dolayısıyla hem Batı şiirine atıflar hem de Doğu’daki yani bizim medeniyetimiz dairesindeki şâirlere atıflar bir şiir toplamı oluşturdu. Ama bu şiirler baştan “sone” olsun diye tasarlanmadı, kendi formunu da dayattı tabiri caizse.

İlk şiirler, soneye yakın bir formda gelince bundan sonraki, bir iki şiirden sonraki şiirlerin de sone olması gerektiğini düşündüm ve “12 +2” biçimini kullandım. Son iki, aslında söyleyeceğim şeyleri özetlemesi bakımından güzel fırsatlar sundu bana. Son iki dizeye daha çok ehemmiyet gösterdiğimi söylemem mümkün. Asıl söylemek istediğim belki orada, daha derinlerde gizli gibi geliyor bana.

– Kelimelerin kalbine yazarak ve okuyarak girmek isteyen Hülya Adamı Ercan Yılmaz’dan bahseder misiniz?

“Kelimelerin kalbi” ifadesi İbn Arabî’nin… Kelimelerden kastımsa… Ben iki türlü düşünüyorum. Birincisi varlıkların isimleri, ikincisi varlıkların bizatihi kendisi, özü… Dolayısıyla ben varlığı anlayabilmek, hayatı anlayabilme, eşyâyı anlayabilme, eşyânın ötesine uzanabilme çabasının bana hep yazma eylemiyle oluyormuş gibi gelmiştir.

Yani yazmak eylemiyle ben ancak görünenin arkasına acaba ulaşabilir miyim? Görülmeyen çünkü Rembo öyle söylüyor. “Şiir bilinmeyene el atmalıdır”. diyor. “Şâir, bilinmeze ulaşmaktadır!” diyor Rimbaud. Rilke de “görülmezin arıları” diyor zaten. Yani görünenle değil görünmeyenle, görülenin arkasındaki bir işin şâiri, diye düşünmüşümdür daima. Bunu da yazarak yani kalemle gerçekleştirmeye çalışıyorum.…

Neden kalemle? Çünkü ilk yaratılan nesnenin kalem olduğu söyleniyor. Kalem Sûresi’nde “Kaleme ve onunla yazılana and olsun.” deniyor. Dolayısıyla dünyayı anlamanın, eşyâyı anlamanın, var oluşu anlamanın da böyle bir eylemle gerçekleşebileceğini, yazma eylemiyle, daha çok şiirle mümkün olabileceğini düşünüyorum.

-“Başı altın kavislerin gölüne eğik” söyleyişinde Caravaggio’nun izini sürebilir miyiz? (Narcissus tablosuna gönderme var mı?)

– Öyle, evet öyle Hocam. O muhteşem resme atıfta bulundum…

– “Bulanık bir tayın boynuna sarılıp ağlayan kadın” hayâlinde Bela Tarr’ın filmi Torino Atı’na bir gönderme var mı? Ya da Irvin Yalım’ın Nietzsche Ağladığında romanının izini sürebilir miyiz?

-Zaten Nietzsche’nin böyle bir hâtırası var. Roman olarak değil, gerçekten olan bir şey bu. Hem o hem de dediğiniz gibi Torino Atı. Evet, “bulanık tay”, ifadesi de Yılmaz Daşçıoğlu Hoca’nın bir şiirinden alıntı yaptım. “Bulanık tay “gerçekten muhteşem bir ifade. Bunu Yılmaz Hoca’nın bir şiirinden çaldım, tabiri caizse.

-Neden hep incir ve zeytin etrafında dönüp duruyorsunuz? Rilke gibi… İlk kalbinizdeki kayayı delen, Turgut Uyar’ın inciri mi? 

Bir kere zeytini çok seviyorum. Zeytin ağaçlarını çok seviyorum. Bunlar, ismi geçen meyveler, gerçekten muhayyileyi besleyici hem de hayata ilişkin çok şey söyleyen, kadîm metinlerde var olan bağlamlar… Gözyaşları ve Zeytin Ağaçları’nı İznik’te yazdım, Bursa’da yazdım ve Adatepe’de yazdım.

İznik çok kadîm bir şehir. Siz orada zeytin ağaçlarıyla bir muaşaka içindesiniz. Zeytin ağaçlarını kokluyorsunuz, onların sizin şiirlerinize girmemesi mümkün değil. Sanırım Manisa’da, Muğla’da 3200 senelik zeytin ağaçları var. Mucizevi bir ağaç. Oraya gidip gölgesinde oturmak, o ağaca dokunmak istiyorum.

– “Âteşler içinde kaknüs” ve “âteşten bir nehir” beni Şeyh Gâlib’e götürdü. Bir yerde ifade ettiğiniz gibi hakikaten Promete’ye özenip Gâlib Dede’den ateşi çaldınız mı?

– Promete’ye özenmedim bir kere. Ama Gâlib Dede Hüsn ü Aşk’ın sonunda söylüyor ya:

“Esrârını Mesnevî’den aldım

Çaldımsa da mîrî mâlı çaldım”

Ben de Gâlib Dede’nin o esrârengiz ateşini hiç şüphesiz ondan ödünç aldım. Bu anlamda çaldım. Miri malı olduğu için, yoksa Promete’ye özenerek değil.

-Tıpkı Nerval gibi, sizin için de “Dilin fenerine kendini huşûyla asan adam” diyebilir miyiz?

-Kesinlikle… Çok intihar etmişliğim vardır dilin fenerinde.

Nerval biliyorsunuz sokak fenerine asıyor kendisini. Çok ilginç Nerval’in şiirine melankolik bir bağlamda bakmamız mümkün. Melankolinin kara güneşi. “Kara güneş” metaforu onda çok geçer. “Bekleme beni” diye bir not bırakıyor. “Gece kara ve ak olacak” notunu bırakarak… Kara ve ak yani bir nûrusiyâh…  Ölümünde bile nûrusiyâh meselesi, kara güneş durumu söz konusu. Dolayısıyla Nerval’e âtıf yapmak, yani Nerval’in yaptığı eylemi dil düzleminde yapmak…

Yunus gibi her dem yeniden doğarız, bizden kim usanası diyebilmesi için bir şâirin, zaman zaman kendini dilin fenerine asması gerek.

Nûrusiyâh metaforu Şeyh Gâlib’in değil miydi?

– Nûrusiyâh Gâlib Dede’nin… Kara güneş Nerval’in. Nûrusiyâh, Neşâtî’de de geçiyor, Şebusterî’de geçiyor, birçok şâirde geçen muhteşem bir metafor.  

-Virginia Woolf’a özenip yıllarca hayalini kurduğunuz “kendinize ait masada” hala tek kelime yazamadınız mı?

-O masada hiç yazmadım hocam. Yani şöyle düşünüyorsunuz. Kendi maddi bağımsızlığını kazandıktan sonra güzel bir çalışma masası hayâli kurulur, her taraf kitaplık ama genellikle öyle olmaz. Ben de hiç öyle olmadı. Harika bir masam var ama o masada yazmış olduğum tek bir şiir hatırlamıyorum. Bu da bir kader.

– “Benim ağlama duvarına asılan şiirim.” Niçin?

-Kâbe’nin duvarlarına gönderme yaptım. Muallakât-ı Seba’ya bir gönderme var.

 -İtiraflar bölümüne geçip “Neden?” diye soracağım:

– Dostoyevski’nin “yeraltı adamı” gibi hissettiğinizi söylüyorsunuz. Neden?

– “Çünkü her şeyi fazlasıyla anlamak gerçek bir hastalıktır.” diyor ya. Ben de öyle… Ben hiçbir şeyi anlamanın peşinde değilim. Akışın peşindeyim. Akışın içinde olmak istiyorum. Yani eğer anlaşılması gereken şeyler varsa onlar bana duyuruyorlar, bunun için özel bir çabam yok. Akışa bırakıyorum. Anlamak diye bir şey yok, sezmek var.

Artık hayata bir estet gibi bakmadığınızı söylüyorsunuz. Neden?

– Bunu nerede söylemişim?

-Hülya adamında.

-Karamsar olduğum bir dönem söylemişim. Bu yaşıma kadar karamsar olduğum dönemler hariç hep estet gibi bakmaya çalışmışım. Yani estetize ederek, hayatı güzelleştirerek bakmaya çalışmışım, hala da öyle.

– Orhan Pamuk romanlarındaki aksaklıklardan gizli gizli zevk aldığınızı söylüyorsunuz. Neden?

– Hilmi Hoca duymasın Leyla Hocam. Şöyle söyleyeyim, Orhan Pamuk’un bir takım hata gibi görünen dağınıklığı, savrukluğu, sanki üslûbunun bir parçası gibi gelmiştir, insan tarafını ele veriyormuş gibi gelmiştir bana. Sıcak bulmuşum yani… Bazı hatalar var, eleştirmenlerin affetmeyeceği hatalar… Bu hatalar onun büyük bir romancı olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Büyük bir kurmaca ustası gerçeğini…

– Kendinizi zaman zaman Duino Ağıtları’nın, Çocuk ve Allah’ın ya da Çöl Şâirleri’nin şâiri olarak tahayyül ettiğinizi söylüyorsunuz. Neden?

– Duino Ağıtları’nı kim yazmak istemezdi ki… Düşünsenize. Rilke’nin Duino Ağıtları’nı yazmak isterdim. Onun şâiri olmak isterdim. Sadece o kitabı yazmış olmak yeterdi bana. Söz dizimi muhteşem değil mi? Ortaya çıkışı da muhteşem, içeriği de muhteşem. Her şeyi muhteşem. Çok esrarlı bir kitap…

-Yeşil mürekkepli bir dolmakalemle yazmaktan narsistçe bir haz aldığınızı söylüyorsunuz. Neden?

-Valla bilmiyorum. Sanki yeşil mürekkeple yazınca kendimi daha iyi ifade ediyormuşum gibi geliyor bana.  Sanki yeşil mürekkeple yazıyor olmak, sanki biraz avantajmış gibi geliyor bana. Çünkü kalem yeşil mürekkeple dolduğu zaman daha çok benim vakıf olmadığım ya da benim beceremediğim şeyleri sanki kalem kendisi söylüyormuş gibi geliyor bana. Pelikan yeşil mürekkepli kalemimi defterin üzerine bırakıyorum sanki kendisi yazıyormuş gibi geliyor bana. Buna inanmışım.

Ferahfezâ bir besteye bütün şiirlerinizi feda edebilirsiniz. Neden?

Ben çok iyi bir besteyi bestelemiş olsam, sadece o eserim olsa, bütün şiirlerimi feda edebilirim. Müziğin böyle bir tarafı var. Cinuçen (Tanrıkorur) Beyin bir bestesi, Itrî’nin sadece bir bestesine bütün şiirlerimi feda edebilirim.

 Müziğin şiirden daha uzun yaşayacağını, daha kalıcı olacağını, daha ölümsüz olduğunu düşünüyorum. O yüzden yazdıklarımda müziğe yaklaşma çabası, bir beste, bir nağme kılma çabası…

– “Ben Ercan, düşmek için seçilmiş can, hiçbir akşamı öpmedi alınlığından” ifadelerindeki Ercan Yılmaz’dan bahseder misiniz?

-Zaten düşmüşüz dünyaya, “dûn-yâ”. Yani cennetten düşmüşüz. Dünyada da düşmek. Bu düşmeyi şöyle değerlendirmek lazım. Gâlib Dede’nin Hüsn ü Aşk’ında bir beyit vardır.

“Düştüğüne eyleme teessüf

Mi’râcını çehde buldu Yûsuf”

Belki o düşüş benim miracım sayılacak. Miracım olmasını umduğum bir düşüşten bahsediyorum aslında. Sevgili Peygamberimizin göğe urûcu, çıkışı, yükselişi mirâçtı. Yunus peygamberin balığın karnında gerçekleştirdiği miraç söz konusuydu. Ama Yûsuf Peygamber kuyuya atılmıştı, kuyuya atıldığına niçin üzülelim Yûsuf peygamberin? Onun miracı orada gerçekleşti. Herkesin kendine özgü miraçları söz konusu.

Benim düşüşüm, düşüşün içindeki düşüş, tabiri caizse. Yani Cennetten düşüş Hz. Âdem dolayımında. Ve ondan sonra dünyada da düşüyor olmak, düşmüş olmak niçin miracım olmasın? Bunu temenni ederek yazmaya çalıştığım bir dizeydi o.

– Size bir sözcük vereceğim. Bu sözcüğün sizde uyandırdığı çağrışımı tek kelimeyle ifade eder misiniz?

Necatigil?

– Vefa

– Erguvan?

 – Zaman (Hilmi Hoca’nın şiiri)

– Nuri Bilge Ceylan

– Mayıs Sıkıntısı

-Büyü?

 – Şiir

– Başo?

-Kiraz çiçeği

-Kedi?

– Limon ve Racibal

-Kitap?

-Cennet. Kütüphane cennet.

-Yazmak?

– Kelimelerin kalbine girmek.

-Huzur?

– Huzursuzluk. Tanpınar’ın eserinde olduğu gibi.

– Ayna?

 – Necatigil’i çağrıştırıyor.

-Bu keyifli sohbet için çok teşekkür ediyorum. Sizinle şiirinizin zengin hayâl dünyasında bir gezintiye çıktım.

-Ben teşekkür ederim. Harika hazırlanmışsınız. Çok zahmet etmişsiniz.

Yazarın Diğer Yazıları
Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.