İşte böyle bir düşünür, bilim adamı Türkiye’de bir bilim üssü kurmak istenmektedir. Pekçok bilim adamı getirilip (İngiliz, Fransız, Alman vs) gerçek manada bilim istihsal edilecektir. Hoca’nın bütün çabaları boşa gider. Bir türlü merkez kurulamaz.
Halbuki kurulabilse, bilime, bilimsel çalışmalara, üretime üstün bir seviye kazandırılacak, standartları hayli düşük üniversitelerimiz için de bir numune-i imtisal teşkil edecektir. Belki de en büyük problemimiz olan kuşatılmışlık, en güçlü bir silahla, bilimle önemli ölçüde sınırlandırılmış olacaktı.
Şüphesiz Fuat Sezgin’in karşılaştığı tüm engellerin, zorlukların bir dökümünü vermek zor. Zaten maksat da bu değil. Asıl mesele, bütün bunlar karşısında onun tavrı. Neler yaptığı; engellerin, zorlukların aşılmasındaki mahareti. Başarıya ulaşmasındaki sır. Bize söyledikleri. Alabileceğimiz dersler. Onun bu zorlu mücadelesini okuyabilmemiz. Bu yüzden bir de işin diğer cephesine, Almanya’da maruz kalınan haksızlıklara, engellere bir nebze değinmekle yetinilecektir.
Bunlardan ilki, İslâm Bilimler Tarihi’nin yazma teşebbüsü üzerine zuhur eder. İşin hikayesi uzun.[1] Brockelmann’ın Arap Edebiyat Tarihi (5 Cilt) önemli bir eserdir. Ritter, buna rağmen eserin noksanlarının olduğunu, bunu da brinin tamamlaması gereğini dile getirir. Aslında Sezgin’in bu işi yüklenmesini arzu eder. İş gerçekten zordur. Çünkü Arap Edebiyat Tarihi, yazmalara dayalı bibliyografik bir kaynaktır. Eserin eksikliklerinin giderilmesi zorlu bir çalışmayı gerektirir. Çünkü dünyanın önemli kütüphanelerindeki bütün yazmaların gözden geçirilmesi böyle bir çalışmanın olmazsa olmazıdır.
Sezgin, bütün bunları bilir ve göğüsler. Hoca kararını vermiştir. Çalışmayı üstlenir ve Hindistan’dan Kuzey Afrika’ya, Fas’tan Kahire’ye, Avrupa’dan Ortadoğu’ya dünyanın önemli kütüphanelerini tarar. 400 bin civarında yazma görür. Sadece İstanbul kütüphanelerinde 200 bin cilt civarında yazma elden geçirilir. Dolaşılan toplam ülke sayısı 60’tır. On yıl alır eserin hazırlanışı. Hem de günde 17 saatlik bir çalışmayla.
Bütün bunların güçlüğü, zorluğu yetmezmiş gibi, diğer yandan oryantalistlerin oyunları, engelleri işin tuzu-biberi olur.
Her şeyden önce hocası Ritter, bir yandan Sezgin’i teşvik edip, çalışmayı üstlenmesini isterken, her ne hikmetse, öte yandan “bunu dünyada kimse başaramaz” diyerek önünü kesmeye çalışır.
Alman, Hollandalı, Fransız oryantalistler defalarca toplanırlar, komisyonlar kurarlar, nihayetinde böyle bir eseri ancak bir komisyon yazabilir diye karar alırlar. Yani “iş, herhangi bir ferdin tek başına yapabileceği bir iş değildir” noktasında düğümlenir. Böylece Sezgin’e direnirler. Hatta UNESCO dahi meseleyi bir firmaya havale eder (Brill firması). Oryantalistlerden Sezgin’i tanıyan bir kaçı müdafaa sadedinde bir şeyler söyleseler bile etkili olamazlar. Hatta bunlardan Prof. Albert Dittrich komisyon başkanlığını bırakmak zorunda kalır. Cambridge’te, Londra’da, Brüksel’de vs yapılan toplantılarda hep aynı terane: “Biz bunu bir şahsın yapacağına inanmıyoruz”. Meseleye Bernard Lewis, açıklık getirir: “Bu işi bir Türk’ün, (hele bir Müslüman Türk’ün) yapacağına inanmıyorlar” der. Ama, her ne hikmetse Sezgin’le irtibat da kesilmez. Bir yıl sonra Brüksel’den Hoca’ya bir davet mektubu gelir. Görüşmek istenmektedir. Sezgin’in, işin bir zihniyet, bir akıl işi olduğunu, bir harmoni içinde kotarılması gerektiğini, bunun da komisyonca değil ancak şahıs tarafından yapılabileceğini bildiren cevabı mektubu üzerine, tekrar toplanırlar. Müzakere sonucu değişmez: “Biz bunu bir Türk’ünbir Müslümanın yapacağına inanmıyoruz”. Komisyon başkanlığına getirilen Mainz şehri Şarkiyat Müdürü, kitabı basmakta olan matbaanın sahibiyle konuşur. Ona, “bir zamanlar bir Türk vardı. Ben böyle bir kitap yazacağım” derdi. “Böyle palavraları çok duyduk biz” deyince, matbaacının “siz ne diyorsunuz? Ben o kitabın 35 formasını bastım bile” (Sezgin, 2010, s. 70-73) cevabı karşısında sus-pus olur. Ve kitap çıkar. Görülür, tetkik edilir ve teslim olunur. Hak bir daha batıla üstün gelmiştir.
Fuat Sezgin, tüm bu macerayı boşuna anlatmaz. Aynı yoldan yürüyebilecek Türk gençlerinin, Müslümanların kolay kolay pes etmemeleri, cesur olmaları, her türlü güçlüğe, engele direnmeleri ve nihayetinde muzaffer olmaları için anlatır. Bu, pek tabiî müdafaa edilen hakikatin, bilimsel yol ve usullerle delillendirilmesini icab ettiriyor. Yani harikulâde bir çalışmayı, ter dökmeyi.
Sigrid Hunke, bir Alman Hanımefendi. Batılı oryantalistlerin çalışmalarına dayanarak ciddi, muhteşem bir eser yazar: İslâm Kültürünün Garbı Medenileştirmesi. Kitap, bu adla Akçağ yayınlarından 1969’da çıkar. Tercüme, Ahmet Gürkan tarafından yapılmıştır (Tozlu, 2018). Hoca, bu eserin ilk defa abisi Servet Sezgin tarafından tercüme edildiğini söyler. Servet Sezgin parlamenterdir. 1960 ihtilalinde hapsedilir. Hapiste Almanca öğrenir ve adı geçen eseri, Batı’nın Üzerine Doğan Allah’ın Güneşi adıyla Türkçe’ye çevirir. Fuat Sezgin’in eşi de oryantalist bir Almandır. Sezgin, eşini hayırla yadeder. Sürekli eşi tarafından desteklendiğini dile getirir. İşte bu Hanımefendi’nin tavsiyesi üzerine kitap Servet Sezgin’e gönderilir, böylece bu değerli eser ilk defa Türk okuyucusu ile buluşur.
Şimdi bu tafsilatı niçin verdiğimi Fuat Hoca’dan dinleyelim: Söz Fuat Hoca’nın: “Şuraya gelmek istiyorum. Almanlar aslında Türklerden çok daha iyi bilmektedir Müslümanları. Buna rağmen inkâr edenlerin sayısı da az değildir. Bundan 14 ay evvel[2] Alman TV’lerinden biri, ‘Dünyanın Mucizeleri’ adlı bir programda bizim müzenin 30 dakikalık kısa bir filmini yaptı. Yapımcı, bu programdan dolayı ölüm tehditleri aldı. Adamcağız, ‘bu işe girerseniz hayatınız tehlikeye girer’ diye tehditler aldığını bize anlattı” (Sezgin, 2010, s. 42).
[1] Teferruat hakkında Bilim Tarihi Sohbetleri, s. 68-74’e bakınız.
[2] Kastedilen tarih Ocak 2010 tarihi olmalı. Çünkü Bilim Tarihi Sohbetleri’nin 11. baskısı sözkonusu tarihte yapılır.
Hocam çok çok teşekkürler