Bu başlığı görünce umarım eksiksiz bir liste yazacağımı beklememişsinizdir. Yaşadıklarımdan tabiri caizse küçük bir derleme yapacağım…
Yaklaşık otuz üç yıl önceydi. Tıp Fakültesi Dönem 3 öğrencisiyim ya da yeni bitirmişim… Gurbette okuyorum, ama sık sık eve gidip geliyorum. Bir gün eve geldiğimde baktım ki annem hastalanmış, öksürükten kırılıyor. Fakültede ilk üç yıl sadece teorik eğitim alıyoruz, yani henüz hasta görmemişim. Buna rağmen stetoskopu alıp annemin ciğerlerini bir dinleyeyim dedim. Sesler hiç normal gelmiyordu. Bu dinlemeden bir fikir edindim, ama karar verecek düzeyde olmadığımı biliyordum.
Annemi aldım, sağlık ocağına götürdüm. Genç bir bayan hekim vardı. Anneme şikayetini sordu; annem şikayetini söyledi; doktor hanım eline kalemi alıp reçeteyi yazmaya başladı.
“Afedersiniz, ben tıp fakültesi öğrencisiyim. Annemin ciğerlerini dinledim ve raller (anormal akciğer seslerinden biri) duydum. Bir dinleseniz…” dedim.
Doktor hanım bana baktı; reçeteyi yırtıp attı ve ayağa kalktı. Annemin sırtını açtırdı ve dinlemeye başladı. Biraz sonra yeniden bana döndü ve:
“Evet, haklısın. Pnömoni (zatürre) olmuş.” dedi ve yeniden reçete yazmak için masasının başına geçti.
Geçelim ikinci bir olaya…
Yaklaşık on sekiz yıl önceydi. Babama pankreas kanseri tanısı konulmuştu ve ameliyat açısından değerlendiriliyordu. Karın ultrasonu yapıldı; karaciğerde yayılma var diye rapor edildi. Bu durumda babamın ameliyata girme şansı yoktu. Ancak sağdan soldan arkadaşlar Radyoloji kliniklerinin biririn şefinin karın ultrasonu konusunda çok iyi olduğunu, babamı bir de ona göstermemin iyi olacağını söylediler.
Bahsedilen hocadan rica ederek randevu aldım ve babamı götürdüm. Güzelce ultrasonunu yaptı, raporunu yazdı ve bana da:
“Babanın karaciğeri temiz, yayılma yok, ameliyata girebilir.” diye söyledi.
Çok sevinmiştim. Bu sevinçle babamı cerrahi servisine götürdüm ve oradaki doktor arkadaşa da bu sözel sonucu ilettim. Arkadaş babamı ertesi günün ilk ameliyatı olarak listeye yazdı.
Ameliyatı klinik şefi olan hocamız yapacaktı. Ertesi günü sabah erkenden servise gittim ve beklemeye başladım. Epey bir zaman geçtiği halde babam çağrılmıyordu. Doğrudan gidip klinik şefini buldum ve babamın neden ameliyata alınmadığını sordum. Bana ne derse beğenirsiniz:
“Babanın karaciğerinde yayılma çıkmış, onun için almıyoruz.”
“Hocam,” dedim. “O ilk yapılan ultrasonun sonucuydu, ben sonra falan hocaya gösterdim, bana karaciğerde yayılma olmadığını söyledi.”
Hoca bana raporu uzattı. Bir baktım ve gördüğüme inanamadım. Bana karaciğeri temiz diyen hoca rapora karaciğerde yayılma olduğunu yazmıştı.
Raporu kaptığım gibi soluğu o hocanın kapısında aldım ve durumu izah ettim. Soğukkanlı bir şekilde elimden raporu aldı, okudu ve:
“Pardon, yanlış yazmışım.” diyerek rapordaki satırları çizdi ve raporu karaciğerde yayılma yoktur şeklinde değiştirdi.
Sonra ne mi oldu?.. Babam ameliyata girdi. Karaciğerinin yüzeyi tamamen kanser dokusuyla kaplı çıktı. Cerrah hocam, dediğine göre durum böyle çıkınca küçük bir rahatlatıcı müdahalede bulunarak işlemi sonlandırmıştı. Kalp ve şeker gibi sorunları da bulunan babamın bünyesi maalesef bu küçük girişimi kaldıramadı ve kısa bir süre içinde, taburcu bile olamadan rahmetli oldu.
Gelelim daha yakın bir zamana…
Evet, kısa bir süre önce ailecek gezi şeklinde bir tatile çıkmıştık. Çok geçmeden oğlumun karnında bir ağrı meydana geldi. Basit bir barsak iltihabıdır diyerek üzerine düşmedik ve o gün de gezi planımızı bozmadık. Ancak ağrı devamlı artıyordu. Çocuk seksenlik dedeler gibi yürümeye başlamıştı.
Akşama doğru bulunduğumuz şehrin en büyük hastanelerinden birine gittik. Bir büyükşehrin bir büyük eğitim ve araştırma hastanesi. Acil kapısından girdik ve bir kişiye yönlendirildik. Sanırım triaj doktoruydu. Çocuğa yaşını ve şikayetini sordu. Aldığı cevabı elindeki forma yazan bayan görevli bizim oğlana sarı alana gitmesini söylemiş. Forma baktık, formda yeşil alan işaretli. İlgililer sarı, kırmızı, yeşil alanları belirlemişler, ama dışarıdan gelen kişiler bunların farkını bilmiyor. Benim doktor, oğlumun tıp öğrencisi olmasına rağmen biz de bilmiyorduk bunların farklarını.
Biraz öteye elektronik bir numaratör yerleştirmişler, numarası yanan giriyor içeri. Giriş yerine de refakatçı kabul edilmediğine dair bir not koymuşlar.
Kırk beş dakika sonra bizim oğlan içeri giderken biz arkasından şaşkın bir şekilde bakıyorduk, böyle bir acil hastası bu kadar bekletilir mi diye.
Devam edelim. Meğer sarı alan işaretlenenler sıra beklemeden giriyorlarmış. Yeşil alandaki doktor doğrudan göndermiş sarı alan doktoruna bizim çocuğu. Oradaki doktor şikayetini sormuş, ishali olup olmadığını sormuş ve tam kan, tam biyokimya tetkiki isteyerek muayene etmeden savmış başından. Normalde bize fakültede böyle öğretilmez. Kesinlikle muayenenin önemi beynimizin derinliklerine kadar sokulur.
Dışarıda beklemekten sıkılınca farklı bir girişten içeri sızdım ve oğlumu buldum. Çocuk kamburu çıkmış, iki büklüm olmuş şekilde bir elinde ucuna set iliştirilmiş serum, diğer elinde ise iki tüp bulunduğu halde kan aldırma sırasında bekliyordu. Önümüzdeki üç dört kişiden sonra sıramız geldi, kanı verdik, serumu taktırdık ve boş bir sedyeye geçtik. Tetkik sonuçları bir buçuk saatte çıkıyormuş, biz de bu sürenin geçmesi için beklemeye başladık.
Bir yandan bekliyor, bir yandan düşünüyoruz, bu doktor neden bu tetkikleri istedi de bir ultrason veya düz grafi istemedi diye. Sonunda kafamızca bir yorum yaptık. “Bu doktor bunların sonunda bir tanıya varamayacak ve düşündüğümüz tetkikleri mutlaka isteyecek, biz de boşuna zaman kaybetmiş olacağız.” dedik.
Gidip doktoru buldum. Kendimi tanıttım ve aklımızdan geçenleri uygun bir dille kendisine söyledim. Sağolsun, beni kırmadı, hemen ultrason istemini yaptı. Çocuğu götürdüm, ultrasonunu yaptırdım ve akut apendisit olduğu çıktı ortaya. Dikkat edin, işin içindeki bir kişi olarak bunu yapmak zorunda kaldık da sonuca vardık.
Doktorumuza geri döndüm. Sonuç ekranına düşmüştü. “Diğer tetkik sonuçları da çıksın da cerrah arkadaşa danışalım:” dedi. Başladık yine beklemeye.
Bu arada Ankara’da çalıştığım hastanenin hem cerrahı hem de başhekimi olan arkadaşımla irtibat kurdum. Bana gece boyu yol gelmenin riskli olacağını söyledi. Ben nasıl bir risk olacağını sordum. Meğer trafikteki riskten bahsediyormuş. Oğlum konusunda sorun olmayacağını söyleyince ben Ankara’ya gitme kararımı kesinleştirdim.
Bana rahatlatıcı bir ilaç ve bir antibiyotik uygulattırıp yola çıkmamı söylemişti arkadaşım. Onun için oradaki doktoru biraz sıkıştırdım, ancak tetkiklerin sonucu çıkmadan cerrahla irtibata geçmedi sayın doktorumuz. Ankara’ya gitmek istediğimi söylediğim halde bir de gereksiz tetkik istedi bizden. İşlemden geçip yeniden kan aldırma sırasına girdik. Çocuk ağrıdan çöktü beklerken. Etrafta böyle kötüleşen hastaların elinden tutan bir ilgili var gibi gözükmüyor. Ben durumu bildiğim için izlemekle yetinirken sırada bekleyen diğer hastalar başladılar onunla ilgilenmeye.
İlk tetkiklerin sonuçları gecikmişti. Sık sık doktorun başını ağrıtıyordum. Sonunda oğlumun cebine tetkik sonucu çıktığına dair mesaj geldi. Doktorumuz da ekranında sonuçları görünce eline dahili telefonu aldı ve cerrahı aradı. Cerrah ameliyattaymış. “Çok bekler miyiz?” diye sordum. Bana cerrahın uzun süredir acile uğramadığını, muhtemelen çok geçmeden gelebileceğini söyledi.
Yine başladık beklemeye. Bir süre sonra yeniden arattırdık cerrahı, bu sefer hiç ulaşamadı. Ankara’ya gitmek istediğimi, hastama sadece yolu rahat geçirmek için bir iki ilaç vermesini rica ettim, bana bunun riskine giremeyeceğini ifade etti. Anlaşılan o ki doktorumuz cerrahın durumunu biliyordu ve bizi oyalıyordu. Tabi koca hastanede sadece bir cerrah mı vardı, o da işin bir diğer yönü.
Oğlumun sabah ameliyata girebilmesi için daha fazla kaybedecek zamanımız kalmamıştı. Hiç kimseye bir şey söylemeden hastaneyi terk ettik ve çıktık yola.
O büyük hastanede bu hizmet sistemini kuran kişilerle bir sohbet şansım olsaydı her halde kendileriyle ne kadar gurur duyduklarına şahit olurdum. Son teknoloji bir numaratör, bilgisayar üzerinden akan tetkik sonuçları ve dışarıdan tıkır tıkır işleyen bir sistem. Ama hasta tarafına geçince durum hiç de öyle değil.
Bir gün işte bu hastalanan oğluma perde taktırıyordum. Bilirsiniz, perde yerinden çıkmasın diye uçlara bir kilit aparatı takılır. Bu aparattan elimizde sadece bir tane kalmış ve takacağı yer tam kombinin üzerine denk geliyor.
“Oğlum, dikkat et, başka yok!” dedim.
Merdivene çıktı ve kornişe uzandı. Tam o sırada aparat elinden fırttı ve kombinin içine düştü. Kızdım ve:
“Eğer bir göz doktoru olsaydın o aparatı düşürmezdin!” diye bağırdım.
Tıp ve de cerrahi işte böyle bir şey. O kadar çok geri dönüşü olmayan şey var ki saymakla bitiremezsiniz. Yaptığınız işin geri dönüşü olmadığını beyninize iyice kazımamışsanız ne kadar eğitim alırsanız alın nafile!