Bugün ülkemizde eğitimden söz edildiğinde söylenen/söylenecek onca söz, yazılan/yazılacak onca yazı olduğu/olacağı, bu söz ve yazılarda dile getirilen/getirilecek görüşlerin de yine hiç sona ermeyeceği ortadadır. Çünkü söylenenler/yazılanlar eğitimin temel sorunu ile değil, eğitimin süresi, sınav sistemi, ders kitaplarının müfredatı, öğretmenlerin yetiştirilmesi gibi görünen sorunlarıyla ilgilidir. Bu sebeple temelde yatan probleme dair bir sözümüz olmayınca çözüm adına söylenecek sözler de çok geçmeden mevcut sorunlara bir yenisi olarak eklenmektedir. Nitekim her ne kadar bu meselenin tarihi Tanzimat’a kadar gitse bile özellikle cumhuriyet tarihi boyunca söylenenlerin ve bunlara bağlı olarak yapılan uygulamaların eğitim sorunlarını çözmek yerine daha da artırdığı ortadadır.
Milli Eğitim Temel Kanununa baktığımızda aslında bu amaç ve ilkelere uygun olarak yapılan eğitimin neden sorunlu olduğunu anlamakta zorlanırız. Öyle ya “Atatürk İnkılap ve İlkelerine ve Anayasada ifadesi bulunan Atatürk Milliyetçiliğine bağlı; Türk Milletinin milli, ahlaki, insani, manevi ve kültürel değerlerini benimseyen, koruyan ve geliştiren; ailesini, vatanını, milletini seven ve daima yüceltmeye çalışan, insan haklarına ve Anayasanın başlangıcındaki temel ilkelere dayanan demokratik, laik ve sosyal bir hukuk Devleti olan Türkiye Cumhuriyetine karşı görev ve sorumluluklarını bilen ve bunları davranış haline getirmiş yurttaşlar olarak yetiştirmek” şeklindeki amaca kim ne diyebilir ki? Yine devamındaki “Beden, zihin, ahlak, ruh ve duygu bakımlarından dengeli ve sağlıklı şekilde gelişmiş bir kişiliğe ve karaktere, hür ve bilimsel düşünme gücüne, geniş bir dünya görüşüne sahip, insan haklarına saygılı, kişilik ve teşebbüse değer veren, topluma karşı sorumluluk duyan; yapıcı, yaratıcı ve verimli kişiler olarak yetiştirmek” itiraz edilecek bir amaç mıdır? Hele “İlgi, istidat ve kabiliyetlerini geliştirerek gerekli bilgi, beceri, davranışlar ve birlikte iş görme alışkanlığı kazandırmak suretiyle hayata hazırlamak ve onların, kendilerini mutlu kılacak ve toplumun mutluluğuna katkıda bulunacak bir meslek sahibi olmalarını sağlamak; Böylece bir yandan Türk vatandaşlarının ve Türk toplumunun refah ve mutluluğunu artırmak; öte yandan milli birlik ve bütünlük içinde iktisadi, sosyal ve kültürel kalkınmayı desteklemek ve hızlandırmak ve nihayet Türk Milletini çağdaş uygarlığın yapıcı, yaratıcı, seçkin bir ortağı yapmaktır.” Şeklindeki amaç kötü bir amaç mıdır? Elbette değildir. Ama eğitimde geldiğimiz noktaya bakınca da şu soruyu sormadan edemiyoruz. Acaba neden güzel bu amaçlara bir türlü ulaşılamamıştır?
Sorun aslında yine bu güzel dediğimiz ifadelerin içindedir. Burada ilk olarak metinde geçen “Kemalizm, laiklik, çağdaş uygarlık…” kelimelerine dikkat edelim. Bu kelimelerin eğitimin amaçları içerisinde yer alması her şeyden önce zihniyetle ilgilidir. Bu zihniyet nedir? Her ne kadar çok açık seçik ifade edilmese de bu zihniyet, Osmanlı’nın geri kalma sebeplerini iyice irdelenmeden yapılmak istenen medeniyet değiştirmede benimsediğimiz yeni zihniyettir. Çünkü eğitimi hangi medeniyet değerlerine bağlı olarak yapacağız? Nasıl bir insan yetiştireceğiz? Gibi temel sorular bu zihniyete göre şekillenmiştir. Bütün bunlar işte zihniyet dediğimiz kavrama ilişkin sorulardır. Bunların kaynağı ise medeniyet değiştirme sürecinde yaptığımız zihniyet tercihidir. Biz, hatırlanacağı üzere Tanzimat’la birlikte kendi medeniyetimizden koparılıp başka bir medeniyete geçmeye zorlandık. O medeniyetten elbette alacağımız şeyler vardı hatta bunlara mecburduk ama bu durum, bütünüyle ona teslim anlamına gelmemeliydi. Almamız gerekenleri de iyice ölçüp tartarak almalıydık. İşte bu yapılmadı. En temel problem ise hayatımızın her alanında olduğu gibi pozitivist anlayışı eğitimin temel felsefesi haline getirmemiz oldu. Diğer yandan Cumhuriyet devrinde de aynı tutumu sadece benimsetme politikasıyla değil baskıcı bir anlayışla sürdürdük. Oysa bir milletin her şeyini kurucu şahsiyetin fikirlerine göre belirleme o dönemin şartlarında gerekli olsa bile güncellemeyi gerektiren görüşlerdi. Nitekim kendisi de mesela dil bahsinde fikir değişikliğine gitmişti. Hadi, pozitivizmi zarureten aldık benimsedik diyelim ama onu bir bilgi kuramı olarak almalı, onda kendi şartlarımıza göre eklemeler çıkarmalar yapmamız gerekmez miydi? Ama öyle olmadı. Pozitivizmi bizde yerleştirmeye çalışanların hiç biri Pozitivizm’in “bilgi kuramına” ve bilimsel anlayışına doğrudan ilgi duymadı. Olanı olduğu gibi alıp tekrarlanan bir bilgiye dönüştürdü. Böyle olunca da Osmanlı ve Cumhuriyet aydınları bilgiyi üreten değil, sadece kullanan pozisyonuna düştü ve bu durum günümüze kadar geldi.
Demek temel sorun pozitivizmdir. Zira bu felsefe bir görüş olmanın ötesinde batı kapitalizmine uygun bir toplum mühendisliği çabasında idi. Seküler bir toplum tasavvur ediyordu. Bilgi ve varlık anlayışı buna göre tanımlanmıştı. Bu tanımlamada metafiziğe hiç yer yoktu. Görmediğimize inanmayacaktık. Her şeyin gerçeğini bize deney ve gözlem öğretecekti. İnsan gönülden soyutlanacak sadece aklı ve zekası ile kendini tanımlayacaktı. Tek kutsalı da bilim olacaktı.
Kelime deyip geçmemek lazım. Her kelime bir zihniyetin ifadesidir. Buna göre önce eğitimi kuşatıcı bir mana ile tarif eden “Maarif” kelimesini “eğitim”e çevirdik. Bu, sadece öztürkçecilik gereği yapılan bir şey değildi. Bunun böyle olmadığını zaten kelimelerin anlamları da göstermeye yetecektir. Mesela Kubbealtı lugatı “Maarif”i “1. İlim ve tekniğin öğrenilmesiyle elde edilip insanlığın yararına kullanılan hüner, sanat ve bilgiler: 2. Eğitim ve öğretim sistemi” olarak tarif eder. Gerçi bu da bir yere kadar seküler bir tanımlamadır ama yine de eğitime göre daha geniş kapsamlıdır. Eğitimi ise yine aynı lugat“1. Eğitmek işi, yetiştirme ve terbiye etme, talim ve terbiye” olarak tarif etmektedir. Burada da eğitmek yine söz konusu insan olduğu için eğitmek sorunlu bir ifade ama en azından “terbiye” anlamının eklenmesi önemlidir. Bu sebeplerden dolayı her iki kavram eş anlamlı olarak görülemez. Görülse bile niyet ve uygulamadaki durumlar, çok farklıdır.
Maarif yahut eğitim. Meselenin kelime değişikliğiyle halledilebileceği elbette söylenemez. Yani bugün bakanlığın adını maarif bakanlığı olarak değiştirsek temelde bir şey değişmez ama maarifi gerçek anlamıyla kabullendiğimizde işin içine zihniyet değişikliği gireceğinden çözüme gidilebilecektir. Öyleyse bu tanımlamalardaki eksikliği görmek gerekir. Eksiklik, muhtevası sadece ilim değil irfan da olan bu kelimenin “Gerçeği anlama hususundaki güçlü seziş yeteneği, görgü ve sezişten gelen ruh uyanıklığı” anlamının kapsam dışı bırakılmış olmasıdır. Yani irfani anlam çıkarılmış geriye sadece ilim kalmıştır. Fakat buradaki ilimden de ne anlaşıldığı belirsizdir. Görünen odur ki ilim denildiğinde sadece maddi ilimler anlaşılmaktadır. Dini, metafizik konulardaki bilgiler ilim dışına itilmiştir.
Durum böyle olunca da ilim denildiğinde akla gelmesi gereken bütün manalara sahip olamayan insan, önce anlam sorunu yaşamıştır. Neyi niçin nasıl öğrenecektir bunları bilememiştir. Bilemeyince de iki arada bir derede yani doğu ile batı arasında kalan nesiler yetişmiştir. Zira bir yandan sekülerliğin bir taraftan toplumdaki geleneksel dindarlığın arsında bocalayıp kalmıştır. Dinin önce okuldan sonra hayattan kovulmak istenmesinin menfi sonuçları ortaya çıkınca da toplumsal taleplerin zorlamasıyla okullara belli bir zamandan sonra din ve ahlak bilgisi ve sonradan değerler eğitiminin konulması yine bu hassasiyetle dindar aile çocukları için imam hatiplerin ve ilahiyatların açılması söz konusu olduysa da bu da sorunu çözmemiştir. Zira dini ahlakı değerlerinde pozitivist anlayış çerçevesinde öğretilmesi söz konusu olmuş bu da daha vahim sonuçlara yol açmıştır..
İnsan sadece fiziki gerçekliği olan bir varlık olmadığı için onun eğitiminde metafizik gerçekliğine de hitap eden bir taraf olmalıdır. Fakat pozitivizm metafiziği tamamen dışladığı için seküler bir eğitimden geçen kişiler her şeyden önce bir anlam sorunuyla karşı karşıya kaldılar. Eğer kişi kendi varlığına ilşkin bir anlama sahip değilse yaptıklarının, öğrendiklerinin de bir anlamı olmayacaktır. Nitekim öyle olmuştur. Ne geçmiş ne de gelecek tasavvuru yoktur gençlerin. Okul belli bilgilerin hangi amaç ve anlam için öğretildiği belli olmadan sadece ezberletilmektedir. Bu bilgilere ilgili anlam sorunu yüzünden bu bilgiler içselleştirilmemekte ve hayatta ne işe yarayacağı da tartışmalı gale gelmektedir. Hele klasik sınavlardan test sistemine geçme bu vahameti daha da artırmış, ezberleyen ama asla tefekkür etmeyen nesiller ortaya çıkarmıştır.
İkinci vahim konu eğer anlam sorunu yaşıyorsanız hakikatle de sorununuz var demektir. Hakikat nedir, ona ulaşmak için neler yapılmalı gibi sorular boşlukta kalmaktadır. Öte yandan hakikati sadece gözlem ve deneye dayalı bilimlerle öğrenmenin de imkân ve ihtimali yoktur. Zira bu anlayışta hayat doğum ölüm arasında sıkışmıştır. Öncesi ve sonrasına dair sorulara verilecek cevaplar ise ancak metafizikte bulunabilir. Öğrenilen bilgilerde bu boyut olmayınca hayat anlamsız ve hakikatten kopuk olarak anlaşılmakta bu da biz şahsiyetli, düşünen, haya eden, değerler dünyası olan fertler olmaktan uzaklaştırıp “Görmez misin ki onlar, her vadide şaşkın şaşkın dolaşırlar ve yapmadıkları şeyleri söylerler.” Ayetinde belirtilen kişiler haline getirmiştir. Gerçi yine iyi insan, başarılı insan gibi kavramları kullanmaktayız. Ama iyi ve başarılı olma nedir bunun da bir sabitesi yoktur. Bu da aslında kapitalizmin tam da istediği bir sonuçtur.
Bir çadır devleti olmadığımız hep söylenir. Bir geri kalmışlık süreci yaşasak da medeniyet kurucu bir milletiz. Dolayısıyla geleneğim eğitim uygulamaları aslında bugüne dair sorularımız da bir cevap imkânı taşıyabilirler. Burada mesela Yunus Emre’nin Risalet’ün Nushiyeysi bir eğitim klasiği olarak pekâlâ ele alınabilir. Orada özetle insanın yaratılışından başlayarak yapılan bir insan tanımı, yani insanı anlamlandırma, dünya hayatında nasıl ve neler yaparsa fıtrata uygun inan olabilme yolları anlatılır. Bu anlayış tasavvufta insanı-ı kâmil olarak ifadesini bulur. Biz bunu en mükemmel insan, en üst noktaya ulaşmış insanı tasvir etmez. Bu sıfat olgunlaşma ve yetkinleşme sürecine girmiş insanı ifade eder. Nitekim gelenekte, hem aile de hem de gidilen ilkokul olan mekteb-i edepte çocuğa alfabeden önce değerler öğretilir. Çocuk bu değerlerle donanmış olarak alfabeye başladığından eğitimi hayatını anlamlı kılacak ve kendini hakikate ulaştıracak bir faaliyet olarak görür. Öyleyse onlar geçmişte kaldı demeyip geleneğin tecrübesinden bugün için yararlanmak gerekiyor. Ama bu dediğim gibi din ve ahlak dersleriyle değerler eğitimiyle verilecek bir şey değildir. Bu yüzden tekrar pozitivizme dönerek meseleyi o zaviyeden tekrar ele almak gerekmektedir.
Öte yandan pozitivizmin en büyük çıkmazı eğitimde insanı bir özne olarak görmemesidir. Eğitim kelimesinden de anlaşılacağı gibi insan eğilip bükülerek belli bir kalıba, şekle sokulan varlık durumundadır. Bu da onun kendisini tanımasını, anlamlandırmasını, varlık ve bilgi konusunda sahici olana ulaşmasına manidir. İşte geleneğin bilgeliğinde ve Yunus Emre’nin sözünü ettiğimiz eserinde tam da böyle bir duruma temas edilir. Oradaki anlatımda insan nesne değildir. Şahsın muhtariyeti esas alınır. İnsan kendini inşa edecektir. Bu yüzden Eğitimin kendini inşa eden insana müdahaleden ziyade, ona yol göstermek anlamı esastır. Bu manada kâmil insan, kendini sürekli eğitebilme kabiliyetine kavuşan ve öz mesuliyetini eline almış insan demektir. Bu da insanın yine Yunus Emre’nin “ilim ilim bilmektir” şiirinde de söylenildiği gibi önce bilgiyi bilmesi, bu bilginin onu kendini bilmeye götürmesi oradan fiziki olandan metafizik olana yönelerek yaratıcıyı bilmesi esas alınır. Zira yaratıcıdan bağımsız bir varoluş imkânsız olduğu için ancak bu bilgiyle hem insanın kendine, hem topluma, hem de tabiata yararlı bilgiye böyle ulaşılacaktır.