Türkiye’nin eğitim sistemi, yıllardır süregelen ve bir türlü sonuca bağlanamayan bir tartışmanın merkezinde yer alıyor. Her yeni öğretim yılı, yeni reform paketleri, değişen sınav sistemleri ve artan fiziki yatırımlarla başlasa da, günün sonunda yapılan muhasebe genellikle bir hayal kırıklığı tablosu çiziyor. Mesele, sadece okulların fiziki şartları veya teknolojik donanımı değil; asıl sorun, sistemin ruhuna ve amacına ilişkin derin bir vizyon eksikliğinde yatıyor. Uluslararası değerlendirme programlarının ortaya koyduğu veriler, bu yapısal sorunun sadece bir yansımasıdır. Türkiye, eğitimde niceliksel büyümeyi büyük ölçüde başarmış olsa da, nitelik ve daha da önemlisi, kendi kimliğini inşa edebilen, özgüvenli nesiller yetiştirme hedefine ulaşmakta zorlanıyor. Bu durum, eğitim sistemimizin ne tür bir insan modeli hedeflediği sorusunu yeniden ve daha güçlü bir şekilde sormamızı gerektiriyor: Köklerine bağlı kalarak evrensel bilgiyle donanmış bireyler mi, yoksa küresel akıntıların peşinde sürüklenen, kendi kültürel referanslarına yabancılaşmış bireyler mi?
Bu sorunun ciddiyetini anlamak için uluslararası ve ulusal sınav sonuçlarına bakmak yeterlidir. OECD tarafından düzenlenen ve 15 yaş grubundaki öğrencilerin yetkinliklerini ölçen PISA 2022 sonuçları, Türkiye’nin matematik, fen ve okuma becerilerinde OECD ortalamasının gerisinde kalmaya devam ettiğini gösteriyor. Daha da endişe verici olan, öğrencilerin önemli bir kısmının temel yeterlilik düzeyine dahi ulaşamamasıdır. Örneğin, matematik alanında öğrencilerin %39’u, okuduğunu anlamada ise %30’u asgari performansın altında kalmıştır. Bu tablo, üniversiteye geçiş sınavı olan TYT sonuçlarıyla da örtüşmektedir; temel derslerdeki net ortalamalarının düşüklüğü, sorunun kronikleştiğini ve ezbere dayalı sistemin eleştirel düşünme ve problem çözme becerilerini geliştiremediğini kanıtlamaktadır. Milyarlarca liralık yatırıma, yenilenen müfredatlara ve artan derslik sayılarına rağmen akademik başarının istenen seviyeye ulaşamaması, sorunun temelinin kaynak eksikliği değil, bir felsefe ve rota eksikliği olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.
Akademik yetersizlik madalyonun bir yüzüyse, diğer yüzünde çok daha karmaşık bir kimlik ve değerler tartışması yaşanmaktadır. Son yıllarda eğitim gündemini meşgul eden “değerler eğitimi” ve “karma eğitim” gibi konular, bu arayışın en somut tezahürleridir. 2024-2025 eğitim öğretim yılından itibaren kademeli olarak uygulamaya konulan ve “Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli” olarak adlandırılan yeni müfredatın merkezine “değerler eğitimi”nin yerleştirilmesi, toplumun eğitimden beklentilerinin sadece akademik başarıyla sınırlı olmadığının bir göstergesidir. Benzer şekilde, bazı ailelerin talepleri doğrultusunda gündeme gelen kız okulları açılması tartışması da, modern dünyanın gerekleriyle toplumun kültürel ve ahlaki devamlılığı arasında bir denge kurma çabasının bir parçası olarak okunmalıdır. Bu tartışmalar, basit ideolojik kamplaşmaların ötesinde, eğitim sisteminin bu hassas dengeyi nasıl kuracağının gelecekteki toplumsal uyumun da anahtarını elinde tuttuğunu göstermektedir.
Çözüm, ne geçmişin nostaljisine sığınmak ne de kültürel mirası yok sayan köksüz bir modernleşme projesini benimsemektir. PISA’da zirvede yer alan Finlandiya ve Singapur gibi ülkelerin başarısı, sadece müfredatlarının içeriğiyle değil, aynı zamanda öğretmenlerine verdikleri değer ve özerklikle açıklanmaktadır. Bu ülkeler, öğretmenlerini eleştirel düşünceyi teşvik edebilen, müfredatı yerel ihtiyaçlara göre uyarlayabilen ve öğrencilerine hem küresel bir vizyon hem de güçlü bir aidiyet hissi kazandırabilen profesyoneller olarak yetiştirmektedir. Türkiye için de çıkış yolu, evrensel bilgiyi reddetmek değil, o bilgiyi işleyebilecek, sorgulayabilecek ve kendi kültürel birikimiyle zenginleştirebilecek donanımlı nesiller yetiştirmektir. Bu, ancak ve ancak öğretmen niteliğini merkeze alan, ezbercilik yerine analitik düşünceyi ödüllendiren ve milli kültürü bir zenginlik olarak gören bütüncül bir eğitim reformuyla mümkündür.
Sonuç olarak, Türkiye’nin eğitimdeki temel meydan okuması, bir kaynak sorunundan ziyade bir rota ve vizyon sorunudur. Amaç, sadece uluslararası sınavlarda birkaç basamak yukarı tırmanmak olmamalıdır. Asıl hedef, hem kendi medeniyet değerlerine hakim hem de dünyanın bilgisine açık, özgüvenli, sorgulayan ve üreten bir nesil inşa etmektir. Bu nesil, dünyayla kendi özgün diliyle konuşabilen, başkalarının kavramlarıyla düşünmek zorunda kalmayan bir nesil olacaktır. Eğitimde atılacak doğru adımlar, Türkiye’nin gelecekteki küresel sohbete ne kadar anlamlı bir katkı sunacağının da belirleyicisi olacaktır.