Onuncu Yıl Marşı’nın en iddialı yeri “On yılda on beş milyon genç yarattık her yaştan” dizesidir. Bir ideali ifade eden bu dize siyaset camiası dahil üniversite, basın ve bürokraside gerçek imiş gibi görülmüştür ve de gösterilmiştir.
Dizenin iddiasını gerçekleşmiş bir ülkü olarak görenlerde bu kanaati uyandıran şey eğitim ve öğretim idi. Onuncu Yıl Marşı’nın 1933’ten bahsettiği göz önüne alınırsa; şairlere böyle bir iddiada bulundurtan başarı ne olabilir? Bunun için siyasî, idarî, iktisadî hayatta kısacası toplumsal süreçte neler değişti sorusuna cevap bulmak gerekir.
Tarihi sıra gözetmeden yazıyoruz. 29 Ekim 1923’te Cumhuriyet’in ilanından sonra neler oldu? Hilâfet ve Saltanat kaldırıldı. Medeni Kanun kabul edildi. Tevhid-i Tedrisat Kanunu çıktı. Şer’iye Vekaleti lağvedildi. Harf inkılabı ile alfabe değiştirildi. Vs.
Bu değişikliklerin toplumda kabul gördüğü varsayımından hareketle şairler Onuncu Yıl Marşı’nda böyle bir iddiada bulunmuş olmalıdır.
Adı geçen değişikliklerin köylere kadar inen en bariz sonucu Tevhid-i Tedrisatta, Latin asıllı harflerin köyleri de içine alacak şekilde kabulünde ve öğretilmesinde görülse gerek. Harf inkılabını tek başına değil; millet mekteplerinde belletilen rasyonalist, laik, bilimselci (naturalist- materyalist) bilgilerle birlikte ele alıyoruz. Temel dinî eğitimin (İmanın Şartları, İslam’ın Şartları, mükellefin görevleri) bile verilmediğini düşünürsek 23-33 arasında nasıl bir nesil yetiştirildiği ortaya çıkar.
Onuncu Yıl Marşı’nda övünçle ilan edilen bu başarının gerçek sahipleri muallimlerdir. “Muallimler! Yeni nesil sizin eseriniz olacaktır.” sözü ile hedefi tayin edilen muallimler gerçekten bu söze iman etmişlerdi. Bu konuda devlet bütün imkanları muallimlerin ayakları altına serdi.
“On yılda on beş milyon genç yaratan” öğretmenlerin nasıl yetiştirildiği, nasıl seçildiği, hangi imkanlarla donatıldığı bilinmezse bu başarıyı nasıl yakaladıklarını da bilemeyiz. Bugün 23-33 arasından kat be kat geniş, kolay, büyük imkanlara sahip olan öğretmenlerin neden aynı başarıyı gösteremedikleri çok önemli bir sorudur. Yani, 23-33 arasında 15 milyon genç yaratıldı ise; onun iki katı sürede iktidarda olan Ak Parti döneminde benzer bir başarının gösterilmesi gerekmez mi? Üstelik derslik, laboratuvar, kütüphane, eğitimi kolaylaştıran teknoloji bakımından gerçekten çağ atlanmışken; bedava ders kitapları, yüksek lisans ve doktoralı öğretmenlerimiz varken 23-33 arasındaki övüncü neden duyamıyoruz?
Bu sorunun tek bir cevabı yok. Öncelikle Tek Adam ve tek parti rejimi ile yönetilmiyoruz. Tek Adam yönetimi demek tek doğru demektir. Bu “tek doğru” da akılcı, materyalist, naturalist, Batıcı, bilimselci, pozivist zihniyet idi. Bütün öğretmenler zaten bu tartışılmaz doğrularla yetiştirilmiştir. Cumhuriyet dönemi öğretmenleri gerçekten kendilerine yüklenmiş bilgilere iman etmişlerdi. Varsa eğer bir başarı, bunu savaştan yeni çıkmış, emperyalistleri kovmuş geriye kalkınması kalmış bir ülke ideali ile birlikte düşünmelidir. Cumhuriyet, bu misyon ve sorumluluğu yükleme başarısını göstermişti. Geriye maarif ordusunu cepheye sürmek kalmıştı. Öğretmenler aydınlanmanın, bilimin, Batıcılığın temsilcisi olarak görevlendirilirken Tek Adam’a mal edilen “maaşları mebus maaşını geçmesin” sözü ile de motive edilmişlerdi. Gerçekte böyle bir şey yoktu. Fakat bu bile “Öğretmene varamadım” türküsünün bestelenmesine yetti. Buna rağmen öğretmenler yine de kendi başlarına bırakılmamıştır; ders kitaplarındaki, dergilerdeki bilgileri öğrencilere belletmeleri için sıkı takibe alınmıştır. Bu konuda maarif müfettişleri yetkilendirilmiştir. Müfettiş; memurlara en çok da öğretmenlere devletin gücünü taşıyan ve en acımasız biçimde hissettiren otoritedir. 23’ten 50’ye kadar bu otoriter yapı, askerî bir korku da yaymıştır. Taşra; jandarma ve polis korkusu ile yaşar. İlginçtir bu dönemin sivil memurları da halk üzerinde bu türden bir otoriteyi ve vesayeti temsil eder. Köyde bu otoritenin adı öğretmendir. Bundan dolayı söyledikleri kesin doğrudur, itaat mecburidir. İşte yetiştiği söylenen on beş milyon genç; bu pozitivist bilginin otoritesi ile devletin otoriter yapısının sonucudur. Oysa günümüzde öğrencilerin ‘sorgulayan, tartışan” bireyler olmasını istiyoruz. Ders kitapları dahil birçok şeyi sorgulayan, reddeden öğrenciler için öğretmenler artık bilgi otoritesi bile değil. Branşında bile boşluklar var öğretmenin. İdeolojik ayrışmalar liselere kadar inmiş durumda. İnternet nesli, yapay zeka ve Z kuşağı malûmat bombardımanına maruz kalıyor. Öğretmenlerimiz; ailesinden çekilip alınan zeki, parasız ve yatılı öğretmen yetiştiren okullarda yetişmiş değil. Mankurtlaştırılmış ilk dönem öğretmenleri sadece okuma yazma öğretmezler; giyimi, konuşması ile; Batılı anlayışın taşıyıcısı ve model insanlardır. Daha sonraki yıllarda Tonguç ve Yücel’in Köy Enstitüleri bu cinsten oldukça bol tip yetiştirmiştir. 60’lı yıllara kadar Türk eğitimi bu öğretmenlerin eseridir. (Aslında 10 yılda 15 milyon genç “yaratamadılar” ama o zaman yetiştirdikleri nesil, basında, akademyada, siyaset, kültür ve iş dünyasında yer edindi; yönetimde iktidar olamadan 90 yıldır ülkenin istikametini elinde tutuyorlar.)
60’tan sonrası da bilindiği gibi ideolojik kamplar dönemidir. Artık ders kitaplarındaki bilgileri, yönetmelikleri kendince yorumlayıp “doğrulardan seçmeler yapan” yeni bir öğretmen tipi vardır. 80 öncesinde bu kamplaşmaların sendikaları da vardı.
Ancak bu sendikalar özlük hakları, eğitimin daha da iyileşip kaliteyi artırmak noktasında teklifler, düşünceler üretmek yerine; ideolojik tercihler doğrultusunda hareket ederek esas konusundan ayrıldı. Yine bilindiği gibi 83’ten beri Türkiye’deki siyasi yönelimlere uygun olarak örgütlenmiş öğretmenlerimiz var. Sendikalar 80 öncesinde olduğu gibi önceliklerini eğitim ve öğretime değil; bu kavramlar üzerinden ideoloji yapmayı tercih ediyorlar.
Eğitim araçları, müfredat, ders kitapları konusunda “blok kabul” veya “blok red” tavır sergileyen öğretmenlerin başarı ölçütleri de değişiklik gösteriyor. Dolayısıyla eğitimde 23-33 arasındaki başarı ile günümüzdeki başarısızlığı bu bloklaşmadan bağımsız olarak ele alamayız. Türkiye artık yeknesak bir insan profiline sahip olmadığı gibi tek tip, aynı duyarlıkta aynı yetenek ve adanmışlıkla çalışan öğretmenlerden de müteşekkil değildir. Ders olarak öğrettiği konunun dışına çıkmayan öğretmen olduğu gibi; konuya öz olarak girmeyen, konu dışı olan öğretmenler de var.
9 Eylül 2024’te okulların ilk dersinde “Ben Gazze filan bilmem, Çanakkale’yi anlatır geçerim” diyen öğretmen profilini gördük sosyal medyada. Ve öğretmen bu tavrını açıkça yazmaktan çekinmiyor. Tarih, din, kültür başta olmak üzere birçok alanda öğretilen hususları kendince düzelterek, eksilterek anlatan veya anlatmayan; sınav başarısı gibi endişeler taşıyan öğretmenler tabii ki yeknesak bir insan profili yetiştirmeyecektir. Bu hiçbir zaman olmayacak. Nitekim 12 Mart 1971, 12 Eylül 1980, 28 Şubat 1997’den sonra eğitim ve öğretim resmi ideolojiye göre yeniden ve cebri yöntemlerle dizayn edilmesine rağmen o profilde öğrenci/ insan yetiştirmekte başarısız oldular. İmam Hatip Liseleri için de geçerlidir bu durum. Onlar da ülke ve dünya gerçeklerinden, baskın kozmopolit kültürden uzak kalamadı, kalamayacak. Nitekim öyle oluyor. Bu konuda bir çözüm olmasa bile zayiatı en aza indirecek formül şudur: Yeni nesil yetiştirmek sadece milli eğitime bırakılmamalıdır. Milli Eğitim ahlâk ve din dahil, formel eğitim merkezidir. MEB’nın parametreleri, başarı ölçütü ile; ailenin, toplumun, devletin ve dünyanın başarı ölçütü aynı değildir. Bu konuda aile, medya, sivil toplum kuruluşları, aileden sorumlu bakanlık, gençlik ve spor bakanlığı, kültür bakanlığı, diyanet işleri başkanlığı, belediyeler gibi çok değişik yeni paydaşlar var. Bu paydaşlar aynı istikamet ve ciddiyette iş birliği yaparlarsa belki on yılda on beş milyon genç yaratılmaz ama bu kadar da kayıp olmaz.
Kâmil Yeşil