eğitim,öğretim,terbiye,talim,Meb,Üniversite,öğrenci,öğretmen,muallim,öğretim üyesi,maarif,aile,
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
Ankara
Açık
16°C
Ankara
16°C
Açık
Cumartesi Az Bulutlu
16°C
Pazar Çok Bulutlu
14°C
Pazartesi Az Bulutlu
13°C
Salı Çok Bulutlu
11°C

Abdülbaki DEĞER

1978 yılında Bingöl’de dünyaya geldi. Ankara Üniversitesi DTCF Sosyoloji Bölümü’nden mezun oldu. Türkiye ve Ortadoğu Amme İdaresi Enstitüsü’nde Kamu Yönetimi yüksek lisansı yaptı. 2013-2021 yılları arasında Milat Gazetesi’nde köşe yazarlığı yaptı. Yenişafak, Karar gazetelerinde eğitim başta olmak üzere değişik konularda görüş ve değerlendirmeleri yayımlanan Abdulbaki Değer, aynı zamanda 2016 yılından bu yana Özgür Eğitim-Sen’in (Özgür Eğitim ve Bilim Çalışanları Sendikası) Genel Başkanlığını yapmaktadır.

    Eğitim tartışmamızın doğası üzerine

    Abdülbaki Değer

    Yaklaşık bir buçuk asır evvel Namık Kemal “eğitimin lüzumundan veya faydasından bahsetmek güneşe kaside söylemek hükmündedir” demişti.

    Bizde de maalesef eğitim mevzusu “güneşe kaside söylemek” hükmünde olan bir söylemin kıskacı altında.

    Eğitim söylemimiz bu açıdan yüz, yüz elli yıl önce dile gelmiş söylemlerin kötü bir şerhi hükmünde.

    İlk kuşakların duygu ve düşünce dünyası, sosyo-kültürel ortamı ve o zamanın ruhu dikkate alındığında eğitime dair fetişleştirilmiş bir algının müdafii olmalarında anlaşılabilir bir boyut vardı.

    Ancak aradan geçen zamana ve onca yaşanmışlığa rağmen o günün söylemini, düşüncesini, eğitime bakışını muhafaza edip bugüne yegâne kurtuluş reçetesi olarak giydirmeye çalışmak kendi ölüm fermanını kendi elinle imzalamaktır.

    Eğitim naif bir şekilde kavradığımız gibi tarih ve toplumdan bağımsız şekilde her kapıyı açan bir maymuncuk değil.

    Dünyanın dört bir yanında tıpkı yer çekimi kanunu gibi tartışmasız kabul edeceğimiz bir doğa kanunu da değil. Dolayısıyla neden bahsettiğimizi, bahsettiğimiz şeyin hususiyetlerini belirginleştirmek durumundayız. Eline alanın mucizeler gerçekleştirdiği bir sihirli değnek algısından kurtularak bu mevzuda eskilerin ifadesiyle efradını cami ağyarını mani bir söyleme muhtacız.

    ***

    Bu açıdan öncelikle bir hususu açığa kavuşturalım.

    Eğitim dediğimiz zaman Durkheim’in ifadesiyle ‘bir önceki neslin bir sonraki nesle değerlerini, düşüncelerini, duygularını aktardığı bir toplumsallaşma’ sürecinden bahsetmiyoruz.

    Toplumsallaşma dediğimiz süreç insanlığın yeryüzündeki macerasıyla başlamış, bu maceranın hitamına değin devam edecek bir durum. İnsan denilen türün olmazsa olmazı.

    Zira ancak bir kültür içerisinde var olabilir insan. Bir duygu, düşünce, değer dünyası içinde gelişip serpilebilir. Kendi başına, kendiliğinden yetişen bir canlı türü, bir hudâyî-nâbit değil insan.

    Kendi dürtülerinin, içgüdülerinin peşinden gidip Allah’ın kendilerine tayin ettiği döngüde varoluşlarının gereğini yerine getiren hayvan türünden farklı bir tür.

    Bu farklılığının temel göstergesi de şüphesiz kültür. Dolayısıyla insan türünün kuşaklar boyunca bir içgüdü döngüsüne mahkûm olmadan belirli hassasiyetler üzerinden süreklilik içinde gelişim-değişimi yaşaması mümkün olabiliyor.

    Her bir ferdinin hayata yeniden başlamadığı, ‘Amerika’yı yeniden keşfetmediği’ bu süreç bizim bugün bahsettiğimiz eğitimden şüphesiz büyük bir farklılık arz ediyor. İkincisi insanlık tarihinin başlangıcından bu yana özellikle dinin-din adamlarının etkisinde hayatiyetini sürdüren ve toplumların maddi-manevi dünyalarının imarına yönelmiş seçkinci-elitist pratikten de bahsetmiyoruz.

    Talebenin etimolojisinde anlamı açığa çıkan bu etkinliğin bugün üzerinde konuştuğumuz eğitimden farklı olduğu yakından bakıldığında görülecektir.

    Ziya Gökalp yaklaşık yüzyıl önce mevzuya ilişkin değerlendirmesinde Durkheim’dan mülhem şu ayrımı yapıyordu. Toplumsallaşma anlamında olan eğitime ‘yaygın eğitim’ belirli bir mekânda, belirli bir müfredat üzerinden, belirli kişiler aracılığıyla belirli kişilere verilen eğitimi ise ‘organize eğitim’ olarak tanımlamıştı.

    Organize eğitimi daha çok öğretim anlamında tanımlayan Gökalp organize eğitimin öğrencilere Fen, Matematik gibi dünyanın tüm yerlerinde geçerli tabiri caizse işin teknik kısımlarını aktarmakla yükümlü olduğunu ifade ediyordu.

    Yaygın eğitim ise bir toplumun, milletin maşeri vicdanında bulunan kıymet hükümlerini (örneğin büyüklere saygı gösterilmelidir, vatan kutsaldır vs.) yeni nesle aktarmakla yükümlü olduğunu dile getirmekteydi. Okul organize eğitimin, gayrı resmi tüm alanlar ise yaygın eğitimin mekânı olarak tasvir ediyordu Gökalp.

    ***

    Gökalp’in ayrımı şüphesiz mevzuyu kavramada kolaylık sağlıyor ama yine de modern eğitim sistemini anlaşılır kılmakta yetersiz kaldığı açık.

    Zira modern eğitim salt teknik bir müfredat aktarımı değil. İşin içine siyasal, ekonomik ve ideolojik müdahalelerin girdiği bir iktidar düzeneği ile karşı karşıyayız.

    Modern eğitim dediğimiz zaman belirgin şekilde bir kaç hususu göz önünde bulundurmamız gerekiyor: Birincisi modern eğitim sanayiye dayalı bir toplumsal yapı ve ilişki ağıyla ilintilidir. İkincisi modern eğitim bu dönemin siyasal formülasyonu olan modern devlet ile ilintilidir. Üçüncüsü, modern eğitim sosyal, kültürel ve ekonomik hayatı da dönüştüren teknolojik gelişimlerle ilintilidir. Dördüncüsü, modern eğitim Aydınlanma düşüncesiyle özellikle bunun pozitivist versiyonuyla ilintilidir.

    ***

    Bu, işin daha çok Batı ile ilintili olan kısmı olarak değerlendirilebilir. Batı dışı toplumlar açısından mesele ise yukarıdaki hususların yanı sıra aynı zamanda Batı karşısında yaşanan siyasal, ekonomik ve kültürel geriliğin hem sebebi hem de çözümü olarak modern eğitimin konumlandırılmasıdır.

    Bir tür zihin kayması olarak anlamlandırılabilecek bu süreç tevarüs edileni aşağılayan dışardan alınacak olanı kendiliğinden yücelten self kolonyal bir düzenek işlevi gördü, maalesef bugün hala görüyor. Bu açıdan toparladığımızda eğitim faslında dile getirilmesi gereken husus; eğitim dediğimiz hadise insanlık tarihinin başlangıcından beri mevcut olan bir insan etkinliğidir ve bizim üzerinde konuştuğumuz bu değildir.

    Biz yaklaşık iki yüzyıllık mazisi olan ve varoluş koşullarını yukarıda sıraladığım başka bir etkinlikten bahsediyoruz. Bugün bizim de anayasamızda bir hak olarak tanımlanmış olan ‘zorunlu eğitim’den bahsediyoruz.

    Meşru bilgi tanımının ve eğitimin tekele alındığı bu merkeziyetçi yapıda belirli bir müfredatın, belirli kişiler tarafından, belirlenmiş bir mekânda, belirli bir zaman diliminde ve yaş ve gelişim düzeyleri tespit edilmiş belirli kişilere verilmesi üzerinden sistematize edilmiş bir zorunlu, kitlesel bir uygulama yürürlükte.

    ***

    Burada iki hususa odaklanabiliriz. Birincisi bu sistemin kendisini tartışabiliriz, tartışmalıyız.

    İkinci Mahmut’tan itibaren zorunlu hale getirdiğimiz bir sistemin zorunluluğundan, yasal dayanaklarından, amaçlarından başlayarak mevcudiyetini sorun edeceğimiz bir tartışma.

    Bir diğeri ise yıllardır çeşitli düzeylerde yapageldiğimiz gibi bu verili sistemi muhafaza edip daha doğrusu varlığını dert edinmeksizin etkililiğini-verimliliğini dert etmek gibi teknik bir sorgulamaya tabi tutmak. Şüphesiz bu iki eleştiri biçimi de gerekli. Ancak şu açık ki bir sistemin kodifikasyonunu bilmeden sadece verimliliğini tartışmak yüzeysel ve sonuçsuz bir tartışmadır.

    Zira eğitime ilişkin tartışmamızı bilenler Türkiye’nin Osmanlı modernleşmesinden bu yana yaşadıklarının bunun en büyük kanıtı olduğunu takdir edeceklerdir.

    Yıllar boyunca derslik sayılarının arttırılmasından, sınıf başına düşen öğrenci sayılarının azaltılmasından, öğretmen niteliğinin yükseltilmesinden, ders araç-gerecinin karşılanmasından, materyal temininden, teknoloji kullanımından bahsedip yaşadığımız bütün sıkıntıları buraya bağlayan teknik eleştiri bugün hala varlığını devam ettiriyor.

    Oysa bugün derslik sayımız, sınıf başına düşen öğrenci miktarı, öğretmen niteliği, teknoloji kullanımı, materyal, ders araç gereci yönünde büyük iyileştirmelerin yapıldığı aşikâr.

    Ancak eğitimde değişmeyen temel husus istikrarlı bir halde seyreden başarısızlık. Bütçede ayrılan pay artmış, ailelerin eğitime yaptıkları yatırım yükselmiş, özel ders, etüt, dershane kısacası okul dışı destekleme mekanizmaları gelişmiş olmasına rağmen başarı faslında büyük dönüşümler yaşamadığımız ortada.

    İster Ortaöğretime geçiş istatistikleri, ister Yükseköğretime geçiş istatistikleri isterse Yükseköğretimden sonra yapılan KPSS, Öğretmen Alan Testi verilerine bakılsın değişen bir şeyin olmadığı görülecektir.

    Dikkat edilirse tüm bu istatistikler akademik performansa dönük veriler. Diğer taraftan bugün sayısı 20 milyon civarında olan öğrencilerimizin kimlik, kişilik, duygu ve ruh dünyası açısından yaptıklarını ölçecek bir ölçme-değerlendirme mekanizmasından yoksunuz. Ancak öğrenci, öğretmen, veli ve MEB’in memnuniyet verilerinden biliyoruz ki bu alandaki başarısızlık çok daha büyük boyutlardadır.

    ***

    Gökalp yaklaşık yüzyıl önce “bizde mektep ve medrese toplumun ahlakını bozuyor” dediğinde çok haksız sayılmazdı.

    Bugün modern eğitim düzeneği üzerinden bu toplumun tarih-kültür-inanç evreni ile müktesebatı güçlü nesillerin yetiştiğini iddia etmek mümkün değildir.

    Tersine ilginç bir şekilde başından beri bu modern eğitim kurumlarından bir şekilde uzak kalmış Anadolu insanının söz konusu müktesebatı sürdürdüğünü, ona vasilik ettiğini gözlemliyoruz.

    Bu tespiti şekilsel bir eski yeni karşıtlığı yaratıp eskiyi tercih etmemiz gerektiği kolaycılığını dile getirmek için yapmıyorum. Eğitim bahsinde yıpranan-çöken bir eskinin ve işlevsiz-ifsad edici bir yeninin önümüzde olduğunu görelim.

    Mesele eski-yeni karşıtlığı yaratıp tercihi birisinden yana koyma kolaycılığında halledilemeyecek kadar ciddi ve derin.

    Rahmetli Nurettin Topçu da eğitimi değerlendirdiği Türkiye’nin Maarif Davası kitabında mevzuyu yakıcı şekilde önümüze sermektedir: “Bugünkü mektep insan ruhunu yüceltmek için değil, makineye esir olarak midesinin saltanatını yaşatmak için açılmış kapıdır. Gençler, bina, fabrika, teknik hizmetinde alacakları paranın hesabını yaparak bu kapıdan giriyorlar. …Yeni mektep, düşünen seven insan yerine usta adam, çok kazanan adam yetiştirecektir.”

    Yine aynı şekilde 1939 yılından toplanan 1. Milli Eğitim Şurası’nın açılış konuşmasında Şura heyetine seslenen dönemin Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel bugünde geçerliliği aynen sabit şu yakıcı tespitleri dile getiriyordu: “Ortaokul öğretmenleri, ilkokuldan gelen çocukların zayıf olduklarının söylüyorlar. Lise muallimleri aynı şikâyetleri, ortaokula yükletiyorlar. Üniversite ve yüksek mektepler ise liseden gelen çocuklarımız şu ve bu noktalardaki kuvvetsizliğinde ısrar ediyorlar. İlkokula giren çocuğun içinde yaşadığı dar muhitle başlayan bu şikayet dairesi, burada kapanmış görünür. Fakat aldanmamalıdır. Çünkü üniversite ve yüksek mektebin verdiği mezundan da hayat şikâyet ediyor.”

    ***

    O halde geldiğimiz noktada görmemiz gereken iki önemli hususu tekraren hatırlatalım: Birincisi modern zorunlu eğitimin formülasyonu nev-i şahsına münhasır, zamanı-zemini ve parametreleri belli olan bir olgu olduğunu unutmamalıyız.

    İkincisi ise bu modern zorunlu eğitimi doğa kanunu hükmünde ele alıp teknik eleştiri ile kendimizi sınırlandırma yanılgısına düşmemeliyiz.

    Bu ikisi aynı zamanda bizim ne olduğumuz, bu hayatta neye talip olduğumuz ile doğrudan ilintili.

    Demek ki bir Müslüman olarak meseleye yaklaşımımız hem müktesebatı taşıma hem de ibn-ul vakt olmayı içermektedir. Modern eğitim yapılanmasının, devlet elinde tekel olarak şekillenmiş bu yapının, mevcut haliyle buna uygunluğu tartışmalıdır.

    Daha açık bir ifadeyle makbul vatandaş üretimini ve ekonomik düzene uygun işgücünün teminini temel amaç edinen modern eğitim sisteminin öncülleri ve öncelikleri ile şaibeli bir pozisyonda olduğu açıktır.

    Bu açıdan bizim Tevhid-i Tedrisat Kanunu başta olmak üzere 1739 Sayılı Milli Eğitim Temel Kanunu’nu tartışmaya açmamız zaruridir. Bilgi üzerinde kurulan devlet tekelini Müslümanın meşrulaştırması düşünülemez. İkincisi yine devletin belge-diploma-sertifikasyon sistemi üzerinden oluşturmuş olduğu tekeli tartışmamız gerekiyor.

    Devletin tekeline aldığı bu hususlar nerelerden alınmıştır, hangi merkezlerden alınmıştır? Elinden yetki alınıp tasfiye edilenler kimlerdir? Atıl bırakılan, işlevsiz bırakılan, sosyal-ekonomik anlamda boşluğa bırakılıp zemin yitimine uğratılan nedir, kimlerdir? Meseleyi basit bir ‘ne öğretilecek?’, ‘nasıl etkili öğretilecek?’ naifliğinde ele almaktan sıyrılmamız gerekiyor.

    ***

    Bauman’ın ifadesiyle katı modernlik döneminin ötesindeyiz artık.

    Ne sanayi döneminin ne modern ulus devletin ne pozitivist özgüvenin geçerli olduğu 19 yüzyılın (20. yy. başı) kaba koşullarındayız. Artık küreselleşmeden, post-pozitivist teorilerden, çoğulculuktan, katılımdan, farklılıktan, esneklikten, bilişim çağından, elektronik devrimden bahsediyoruz. Tüm bunların yarattığı başkalaşımdan bahsediyoruz. Yeni toplumsallaşma biçimlerinden, kültürün istikrarsızlaşmasından, sosyal medyadan bahsediyoruz. Eğitim yapılanması bu itibarla varoluş koşullarını yitirmiş bir kurumsal fosil statüsünde dikkat edilirse.

    Sosyolojik altüst oluş karşısında işlevsiz bir direnç odağı hükmünde. O halde yapısal bir başarısızlık alanı olarak tescillenmiş bu yapının esirgenmesi üzerine şekillenmiş geleneksel refleksimizden sıyırılalım. Öncülleri, kodifikasyonu, ilişki biçimi ile tartışılması gereken bu formun-formülasyonun tahakkümüne meydan okuyalım.

    Aristo ‘zorlamayla yapılan her iş ruha acı verir” diyor. Nietziche ‘karavana yemekte lezzet olmaz’ tespitinde bulunuyor. İslam tarihinde eğitimin, âlimin, talebenin konumu biliniyor.

    Bunların özerklikleri, özgürlükleri sadece bilgi aktarımını değil aynı zamanda ruh ve ahlak mimarlığı işlevi ile ilintiliydi. İtibarları da, saygınlıkları da bu konumlarından bağımsız değildi.

    ***

    Tüm bu vaziyet içerisinde bize çekilen en büyük numaranın bize sistemin mevcudiyetini ve doğasını sorgulatmayarak nasıl daha etkili olabilir şeklinde teknik bir parkura yönlendiren, kavrayışımızı ve arayışımız o alana mahkûm eden bakış olduğunu düşünüyorum.

    Burada kalarak ister Kemalist bir nesil yetiştirmeye çabalayın ister dindar bir nesil üretmeye çabalayın sonuç değişmeyecektir. Düzeneği sorun etmediğiniz sürece Kemalizmin başarısızlığı gibi başarısız kalmanız mukadderdir.

    Zira bu yapı doğası gereği yapıcı değil yıkıcıdır, inşa edici değil ifsad edicidir. Bunun en büyük kanıtı modern eğitim sisteminin bizzat kendi tarihidir.

    Eğitim tartışmasının teknik parkura sıkıştırıldığı Türkiye’de tartışma üssünü mevcut yapının ontolojisine kaydırmak taşı gediğine koymak anlamında büyük bir adım olacaktır.

    Zira derdimizin ne olduğunu, sebeplerinin neler olduğunu kavrayabilirsek bir çıkış yolu bulmamızın imkânından bahsedebiliriz. Aksi taktirde atalarımızdan miras kalmış ve neyi çözdüğü anlaşılmayan bir düzeneği muhafaza ederek sorunun en büyük nedeni olduğumuzu fark etmeden debelenip duracağız.

    Yazarın Diğer Yazıları
    Yorumlar

    1. Fahri dedi ki:

      Kaleminize sağlık