Abdulbaki Değer
Bir hafta içinde basında konusu öğretmen-öğrenci, eğitim olan iki haber geniş yer buldu. Eğitim ortamlarında öğretmen-öğrenci ilişkisini yansıtan görüntülerden birincisinde ders esnasında öğrenci ayağa kalkıyor ders anlatan öğretmeni kafa-kol hareketleriyle alaya alıyor. İkincisinde ise sınıfa giren öğretmenin arkasından koşup başına poşet geçiren öğrenci, arkadaşlarına çektirdiği görüntüleri sosyal medyada “dersinden kaldığım öğretmeni paket ediyorum” notuyla paylaşıyor. Olayların basına yansıdığı günlerde hararetle tartışılan(!) olaylar öncekileri gibi nisyana terk edildi. Tartışmak derken olayların, aktörlerin MEB’in rutin uygulamasında olduğu üzere soruşturmaya konu edilmesinden, orada, o şekilde ele alınmasından bahsetmiyorum. Bu yazı vesilesiyle de altını çizmek istediğim husus işin daha temel boyutu. Öğrencilerin öğretmenlere yaptığı saygısızlık şüphesiz önemli. Bu açıdan olayın soruşturulmasında, ciddiyetle üzerine gidilmesinde zaruret var. Ancak tartışmayı kaydırmak istediğim nokta bunu da kapsayan daha geniş ve önemli bir boyut.
Geçmeden önce iki hususun altını çizelim. Birincisi Türkiye’de malesef ne kamusal bir alan var ne de kamusal bir tartışma-konuşma var. Kahvehane sohbeti kıvamında yürütülen bir dil ile kamusal meseleler konuşulduğu için, aynı meseleleri aynı şekilde tarihsel bir süreklilik içinde yaşamaya devam ediyoruz. Zaten temel konuşma-tartışma formumuz bu olduğu için belirli aralıklarla karşımıza çıkan sorunları, sıkıntıları duygusal bir tepkiyle geçiştirmenin ötesine geçemiyoruz. Yarım asır evvel Nurettin Topçu: “Ders kabus haline gelmiştir; neşve ile doldurucu bir ziyafet ve şenlik değil, diploma arzusu ve istikbal endişesiyle çekilmesi mukadder bir dert, taşınacak bir yük, dolacak bir çile…” tespitini yaptığı durumla ilgili şikayette bulunmuyordu sadece. Gerçekliğimizle, eğitim-öğretim gerçekliğimizle ilgili yapısal bir sorun tespitinde bulunuyordu. Bu tespitle yüzleşme, sorunun kök bağlantılarını açığa çıkarmak yerine anlamsız bir retoriğin dolgusunda tüketmeyi tercih ettik.
Halil Cibran dikkatimizi, kavrayışımızı daha derine çekmeye çalışıyor: “Suç işleyen kimse çoğu kez yaraladığının kurbanıdır! Dahası; mahkum kılınmış olan, suçsuz ve günahsızların yük taşıyıcısıdır.” Mesele suçlu-suçsuz, basit bir yanlış-doğru meselesi değil. Daha yapısal, daha geniş ve daha derin bir meseleyle karşı karşıyayız.
Dikkat edelim, lütfen! Basına yansıyan haberler (ki basına yansıyan haberler kesinlikle eğitim-öğretim gerçekliğimizin istisnai olayları değil) okulda geçiyor. Olayların içeriği de yukarıda özetlediğim şekilde. O halde yukarıda da belirttiğim gibi olayın failleri üzerinden bir soruşturma yürütümek, olayı kahvehane sohbeti kıvamında seyreden bir konuşma-tartışmayla ele almak veya saman alevi gibi sönen ahlanma-vahlanma refleksiyle geçiştirmek dışında Topçu’nun, Cibran’ın tespitleri eşliğinde ne tür bir okumaya kaydırabiliriz, ona bakmalıyız. Mevcut eğitim düzeneğini, zorunluluğunu, kitleselliğini, ilişki biçimini, zaman planlamasını, bu sistemin bileşeni olduğu tarihsel-toplumsal zeminin ne tür kırılmalar içinde alt-üst oluş yaşadığını, klasik anlamda öğretmenliğin nasıl aşındığını, anlamsızlaştığını, bırakın saygınlık uyandırmayı öğrencilerde biriken öfkenin-kızgınlığın çekim alanına dönüştüğünü konuşmak, yüzleşmek durumundayız. Sosyolojik, siyasal, teknolojik ve pedagojik ön kabullerinin tümü çözülmüş olan yürürlükteki sistem; hayatımıza, gençlerimizin hayatına musallat olan bir hayalet hükmünde. Kendisi normal olmadığı gibi içine aldıklarını da anormalleştiriyor. Gençlerin beklentilerine, ihtiyaçlarına, fizyolojik, psikolojik, duygusal gereksinimlerine karşılık vermeyen bir yapının şiddet-öfke üretmesinden daha doğal ne olabilir.
Malesef hayatla kurduğumuz ilişki bu şekilde olduğu müddetçe anlamlı bir mesafe almanın imkanından bahsedemeyiz. Bu hükmün kötümserlikle, sadece eleştirmekle ilgili olduğu düşünülmesin. Tersine hüküm, eğitim tarihimizin ve güncel göstergelerinin önümüze koyduğu acı tablonun yalın bir tercümesi olarak görülmeli. Kullanageldiğimiz dille, içeriği olmayan sözümona meslek kanunuyla, şatafatlı lansmanlarına yetişemediğimiz projelerle kerameti kendinden menkul eskiyi sürdürmenin gayreti içindeyiz. Bu gayret açık söylemek gerekirse boş, anlamsız, işlevsiz bir gayret olmaya mahkûmdur. Yapma, inşa etme becerisinden yoksun bu gayret, siper ettiği retorik dışında ne günümüz dünyasıyla ne de eğitim-öğretim alanının gerçekliğiyle temas halinde. Eğitim ortamlarından, okullardan, öğrencilerden, öğretmenlerden, velilerden, bunların bütününün dahil olduğu ilişki biçiminden kıyılarımızı vuran sert dalgaları pürüzsüz işleyen bir sistemin beklenmedik kazaları olarak görme eğilimdeyiz hâlâ. Sorumluluk savan bu tarz felaketimizi büyütüyor. Öğrencilerin öğretmene yönelik alaya almaları bireysel, spesifik hadisleler değil, öyle değerlendirilmemeli. Bu bireysel, spesifik hadiseleri yapıyla, ilişki ağıyla, toplumla etkileşime sokarak okumamada kararlılık göstermemiz bile yürürlükteki sistemin etkisi. Bizi sorunlarımızı tespit etmekten, onlarla yüzleşmekten ve şüphesiz anlamlı bir çözüm üretmekten alıkoyan bu tarz sadece bugünü ifsad etmiyor aynı zamanda anlamlı bir gelecekten de yoksun bırakıyor. Öğrencilerin sergilediği davranış yaygın, öldürücü bir hastalığın semptomları. Meseleyi semptomlarda görmek, orada tüketmek en hafif ifadeyle konforunu bozmamaktır. Konforumuz bozulmasın da varsın geleceğimiz olmasın!