Bir yandan neden geri kaldığımızı sorgularız. Diğer taraftan onlardan kalan mirasla dilimizi bilim dili ilan etmeye kalkarız. İlginç bir tezattır bu.
Ecdadımız gerici değil, tam tersine çok ilericiydi. Asıl sorun bizde. Biz onların ne kadar ilerici olduğunu anlamakta aciz kaldık; onları uygun şekilde değerlendirip objektif hükümler veremedik.
Vahdettin ile Atatürk arasında yaşanan sorunlardan dolayı tüm Osmanlı’yı silen insanlarla karşılaştım!..
Ecdadımızın büyüklüğünü anlamak için sadece bir tarih atlasına bakmak yetmez mi acaba? Dünya tarihine büyük devletler katan ve nice zaferlere imza atan bir millet bunları gericilikle yapmış olabilir mi?
Kendi tarihinize yabancılaşır veya farklı pencerelerden bakmaya kalkarsanız batıyı hep ilerici sanırsınız. Bu kötü niyetli yaklaşımı irdelemeye veya sorgulamaya hiç gerek duymuyorum. Hastalıklı bu kişilerin tedavisi oldukça zordur.
İyi niyetli olduğu halde ecdadını yargılayan ve yanlış sonuçlara varan insanların sayısı da azımsanamayacak ölçüde fazladır. Bazı örneklerle konuyu anlaşılır hâle getirelim.
Bazıları ecdadımızı okur yazar oranı üzerinden değerlendirirler. Hatta bazı padişahların okur yazar olmamasını bir aşağılama vesilesi yaparlar. Yüzlerce yıl boyunca sözlü geleneğin hakim olduğu, pekçok eserin sözlü mirasla günümüze eriştiği gerçeğini göz ardı ederek geçmiş insan topluluklarını bu açıdan yargılamak sizce ne kadar doğru olabilir?
İnsan topluluklarının yer ve zamana göre farklı tercihleri olabilir. Örneğin bir toplumda mühendis çok fazla, doktor az ise bir şekilde insanlar doktor olmaya yönlendirilirler veya doktor olmayı seçenlerin sayısı artmaya başlar. Matematikle uğraşan çok, psikolojiyle uğraşan az ise bu sefer psikoloji yönünde grafikte bir yükselme göze çarpar. Bundan 60-70 yıl öncesine gitseniz astronotluk diye bir meslek duyar mıydınız?.. Uzay konusundaki hızlı ilerlemelere rağmen günümüz Türkiye’sinde hâlâ astronotluğa özenen, özendirilen veya astronot olmak isteyen kişi sayısı kaçtır acaba?
Tarihimizde tacı tahtı bırakan büyük Allah dostlarından bahsedilir. Mesleklerini ellerinin tersiyle itip inzivaya çekilen veya nefsini öldürmek için akla gelmedik işler yapanlar konu edilir. Ben oldum olası bu tip örnekleri İslam’ın cihat anlayışına ters bulmuşumdur, ama kesinlikle böyle yapanları aşağılamak gibi bir tercihim olmamıştır. Bunlar hem izole vakalardır, hem de gerek kendileri gerekse toplum için yaşadıkları çağa göre böyle bir tercihin daha hayırlı olacağını düşünmüş olabilirler.
Bazı büyüklerimiz çok eski zamanlarda kızların okuma yazma öğrenmelerine şiddetle karşı çıkmışlardır. Tamamen ahlakî endişelerden kaynaklanan bir gerekçesi vardır. Şimdi insana çok saçma geliyor, ama belki onların zamanında yaşıyor olsaydık bize de mantıklı gelecekti gerekçeleri.
Büyüklerimizden biri matematik bilimine karşı çıkmış ya da matematik bilimiyle uğraşanları bazı dini endişeler nedeniyle uyarmak istemiş. Bu kişinin başka ilimler konusundaki çalışmalarının çokluğunu görmeseniz doğrudan gerici diye etiketleyebilirsiniz.
Şimdi bazılarının “Madem ecdadımız günün şartlarına göre olması gerekeni yaptı da bugün neden bu haldeyiz?” dediklerini duyar gibiyim. “Neden önder bir devlet iken uydu hâline geldik?”
Bu konu çok irdelenir, tarih kitaplarında bu konuya çok yer verilir, çöküşümüzün nedenleri madde madde sıralanır ve analiz edilir. Kimine göre bazı gerekçeler, kimine göre başka gerekçeler ön planda tutulur. Ancak gerekçelerin hangisinin hangi oranda etkili olduğunun matematiksel bir dökümü ortaya konamaz. Sayılan hiçbir gerekçeye itiraz edemem. Önümüzü görüp yolumuza devam edebilmek için geçmişin lambasını devamlı yanık tutmak zorundayız. Ama şunu da asla göz ardı etmememiz lazım. İnsan gibi devletler de doğar, büyür ve ölürler. Hiçbir şey ebedi değildir. Gerekçeler üretseniz de üretmeseniz de bu böyledir. Dünya bir yarış alanıdır. İnsanlar, toplumlar ve devletler hep birbiriyle yarışırlar. Yarışı kaybedenler silinip giderler. Öyleyse kazanmak için ne gerekiyorsa tembellik etmeden onu yapmalıyız.