Merhum Necip Fazıl Üstadın “Zindandan Mehmet’e Mektup” isimli şiirinde geçer bu veciz ifade. Ve doğrusu bize çok şey anlatır… Çünkü sadece zindanı ve oradaki şartları anlatmaz kanaatimce, bizatihi hayatın içinden mesajları da muhtevidir.
Düşünmekle başlayalım isterseniz. Sahi düşünmemiz, düşünebilmemiz için müsait bir ortamda yetiştirildik mi? Gerek aile ortamında, gerekse okullardaki eğitim hayatımızda düşünmemize ne kadar izin verildi? “Yapma çocuğum”, “Benden iyi mi bileceksin”, “Baban/annen ne derse doğrudur”, “Senin aklın yetmez”, “Sen o işleri bize bırak”, “Biz senin için en iyisini düşünür ve yaparız” gibi sözleri duymayanımız yoktur herhalde evlerimizde…
Daha sonra da okul hayatımızda benzer tepkilerle karşılaşır, hatta bazen düşünme denemelerimizin bedeliniz de öderiz. “Öğretmen ne diyorsa odur”, “Sen bizim dediğimizi yap, gerisine karışma”, “Uslu çocuk ol bakıyım”, “Onun gibi oku”, “Bunun gibi yaz”, “Sen şu kalıplara uymak zorundasın” denilmek suretiyle başkaları tarafından bizim için kurgulanan kalıplara mahkûm olmaya zorlandık hep. Ayrıca ezbere dayalı eğitim/öğretim sistemi ve düşünmeyi ve analiz yapmayı çölleştiren ölçme/değerlendirme yöntemleri maalesef bilgisi çok ama bunu nasıl kullanacağını bilemeyen nesiller yetişmesine neden oldu ve olmaya devam ediyor.
Biraz gençlik çağlarına evrilip hayatı sorgulamaya, “nerden geldik nereye gidiyoruz” demeye başladığımızda da bazı topluluklar çıktı karşımıza bize hem hayatın nasıl yaşanacağını hem de ahretimizi nasıl kurtaracağımızı anlatıp öğretmeye çalışan. Onlara göre “gasil elinde meyyit” gibi olmalıydık. Biz kimdik ki akledecektik, ne ilmimiz ne de irfanımız buna yeterdi. Onlar bizim yerimize düşünür, konuşur, dünya ve ahirete dair ayarlamalarımızı en güzel şekilde yapar, biz de biraz da bu kolaycılığın ayartıcılığıyla eteklerine tutunur ve hem dünyadaki işlerimizde bir grubun,
topluluğun, cemaatin, cemiyetin, tarikatın desteğini arkamıza alırken, hem de çok iyi, düzgün, çalışkan ve ahlâklı olmasak da ahiretimizi garantiye almış, cenneti kucaklamış olurduk. İşte bu birçoğumuza çok ama çok cazip geldi. Halbuki Yaratan (cc) Yüce Kitabında ne kadar da çok zikretmişti “Eyy akıl sahipleri…”, “Düşünmez misiniz…”, “İbret almaz mısınız…”, “Akletmez misiniz…” diye öyle değil mi? Lakin işimize gelmedi yorulmak ve kaybettik, kaybetmeye de devam ediyoruz… Sonuç olarak tam da yeşereceği çağda, düşünce iklimlerimiz kuraklaştı ve çölleşti adeta. Yani düşünmemeyi seçtik özetle. Ha bir de düşünenlerin başına gelenleri görünce biraz da ürktük düşünmekten, imtina ettik. Darbeler, hapisler, işkenceler, eziyetler, dışlanmalar… “Düşünce suçları” diye maddeler vardı ceza hukukunda hatırlayanlar bilirler, maalesef, maatteessüf…
Konuşmaya gelince bu daha da zordu o kadar bastırılmış bir eğitim sürecinden geçince, düşünmekten bile imtina ederken. Hele bir de konuşanların nelere maruz kaldığına bakıldığında hakikaten cesaret istiyordu. “Ne şiş yansın ne kebap”, “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın”, “Biz işimize, yolumuza bakalım”, “Aman fincancı katırları ürkmesin”, “Düşünen kafalara zararlı fikirler üşüşür, büyüklerimiz bizim yerimize bizden iyi düşünür” kabilinden idareyi maslahatçı konuşmaları kastetmiyorum elbette bunları söylerken. O tarz her zamanda ve zeminde işe yaramış, ön açmıştır bu memlekette. Bu manada, İmam-ı Azam gibi hapislerde çürütecek bir hak ve adalet tutkusundan ya da Ebu Zer misali çöllere sürülmeye sebep doğruyu her zaman dile getirme aşkından söz ediyorum…
Bu şartlar altında büyüyen bir nesilden hala düşünen ve konuşanlar kaldı ise işte onlara iyi sahip çıkmak gerek kanaatimce ki yeni yetişen nesillere örnek olabilsinler. Memleketimize hâkim olan idrak fukaralığı, irfan noksanlığı ve fikir kısırlığının, “mütefekkir” yetiştirememe ızdırabının bir kısım sebeplerini bu şekilde izah ettikten sonra yeni bir “maarif” anlayışına, yeni bir eğitim sistemine, aileden başlamak üzere yeni bir kabuk değişimine ihtiyaç olduğu aşikârdır.
Yoksa geleceğimiz “Sus mu? Unut mu?” kelimelerindeki sırla şekillenecek, hatta “Buradan insan mı çıkar, tabut mu?” karamsarlığı kuşatacak umutlarla dolması gereken zihin dünyamızı…
Prof. Dr. Ahmet Kağan KARABULUT