Son dönemde memleket ahalisinin gündemini meşgul eden meselelere bakınca acı bir tebessüm oturuyor insanın yüzüne. Ağlamamak için gülmeye çalışmak gibi. Toplum karpuz misali ortadan ikiye bölünmüş vaziyette. Bir yarısı diğer yarısını kıyasıya eleştiriyor. Elinden gelse karşı fikirdekini bir kaşık suda boğacak. Hâlbuki karpuzun bu yarısı diğeriyle aynı. Aynı yağmurun bereketinden, aynı güneşin ışığından besleniyorlar. Aynı bağın mahsulü her ikisi de. Varlıklarındaki tat aynı toprağın lezzetinden neşet ediyor. Aralarına ayrılık girince her ikisinin de yüreğinden kan damlıyor; her iki taraf da özündeki cevheri kaybetmeye başlıyor, farkında değiller.
Bugün “uçlarda yaşamak” diye bir tabir var. Eskilerin ifrat ile tefrit dediği şey sanırım. İnsanımız hassasiyetinin dozunu kaçırınca ifrata varıyor; duyarsızlığın dibini görünce de tefritte kalıyor. Bir meselenin ortasını bulabilme, yani “hadd-i vasat”ta durma çabası neredeyse kalmadı. Diyaloglarımızda ve davranışlarımızda “normal insan” olmayı beceremez hâle geldik.
Özellikle inanç ve politika merkezli tartışmalarda alabildiğine pervasız davranıyoruz. Önünü ardını düşünmeden karşımızdakini yobaz yahut inançsız ilan ediyoruz. Lehte veya aleyhte politik bir cümle kuracak olsa “yandaş” yaftasıyla onu dışlıyoruz. Hâlbuki toplumun kâhir ekseriyetinin inandığı değerler “anlayışlı olmayı, sükûnetini korumayı, kalp kırmamayı, kul hakkına girmemeyi, canlı ve cansız varlıklara değer vermeyi” öğütlemektedir.
Sırtımızdaki anlamsız yükleri bir kenara bırakıp dinlenmeye ihtiyacımız var. İçi boş ama vebali ağır olan cümleleri dilimizden atıp biraz nefeslenelim. “Diğeri”nin yüzüne bakıp söylediklerine kulak vermeye çalışalım. Makul ifadelerini takdir etme erdemini gösterelim. O zaman çatık kaşların düzeldiğini, asık suratların yumuşadığını göreceğiz. Ortak bir konuşma ve anlaşma zemini bulmak belki o zaman mümkün olabilecektir. Bu zemin oluşmasa dahi en azından medeni bir seviyeye erişme arzusu ortaya çıkacaktır.
Okuyucumuz bu ifadeleri görünce “Hocam hayâl âleminde yaşıyorsun. Bu söylediklerinin gerçekleşmesi mümkün değil. İhtimâli bile muhâl!” diyecektir. Evet, farkındayım. Ama biliyorum ki insan çamura batıp debelenmeye başlayınca temiz suyun kıymetini daha iyi anlar. Demir parmaklıkların ardında güneşli ve ferah bir manzaranın özlemini çeker. Bedenini sarsan hastalık zamanında sağlıklı günlerini hasretle yâd eder.
Şu anda dipteyiz, debeleniyoruz. Zihnimize vurduğumuz prangaların esiriyiz; vicdanımızın sesini dinlemiyoruz, göğüs kafesimiz daralıyor. Bedenimiz sağlıklı görünüyor ama ruhumuz şifaya muhtaç. Belki de geri dönülemez noktadayız. Orasını Allah bilir. Temiz bir içtimai havaya, duru bir sosyal zemine, arınmış bir vicdana her zamankinden daha müştakız. Yokluğunda kıymetini daha iyi anlıyoruz. İsrafil kıyamet sûruna üflemeden önce bir şansımız daha varsa deneyelim, diyorum.
Okur yine “Hocam, bunlar boş hayaller!” diyecek olursa ben de derim ki: En azından hayal edebiliyorum. Çok şükür umutsuz değilim. Hayalin ve idealin varsa yaşarsın. Yoksa sen zaten ölmüşsün, farkında değilsin.