İslam coğrafyasının birçok köşesinde katliamlar ve zulümler son tüm hızıyla devam etmekte maalesef. Kimi zaman direkt haçlıların mermi ve bombaları, kimi zaman da üzerinde “kardeş mermisi” yazan silahlarla dökülüyor kanlarımız, kardeşlerimizin, evlatlarımızın, masumların kanları.
Batının; ABD’siyle, Avrupa’sıyla, Birleşmiş Milletleriyle seyre durduğu, içten içe sevinerek ve eserleriyle övünerek seyrettiği bu katliamlar, zaten onların haçlı ruhuyla birebir örtüşmekte, bu tavırları tüm İslam coğrafyasında yapılan zulüm ve soykırımlara adeta çanak tutmakta. Adetleri böyle galiba, sırası gelen sırası gelenlere zulmetmekte, diğerleri de kınarmış gibi yapıp seyretmekte ve böylece aslında yapılanlara destek olmaktaydılar. Kısacası bu “Şeytanın Askerleri”, bu şeytanlaşmış insan müsveddeleri 1.7 milyarlık İslam Âleminin gözlerinin içine bakarak şunu diyorlardı: “Biz sizi önce kalplerinizden ve akıllarınızdan başlayarak işgal ettik. Önce yüreklerinize korku salıp, idraklerinizi iğfal ederek, Kur’an ile aranıza başka kitaplar, Peygamberinizle aranıza başka kişiler, Rab ile aranıza sizin fark edemediğiniz başka ilahlar koyarak İslam’dan uzaklaştırdık. Midelerinizden, lükslerinizden, konforunuzdan, uçkurlarınızdan başlayarak, evlerinizin en mahrem köşelerine dahi girerek öyle bir kuşattık ki bırakın Allah yolunda şehit olmayı, en ufak bir konforunuzdan dahi Allah için, dinin izzeti için, kardeşlerinizin acılarının dinmesi için vazgeçemez hale getirdik. Şimdi ise sırayla her birinizi, yine hepinizin gözlerinin önünde canımızın istediği gibi öldürüyor, öldürtüyor, bazen içinizden devşirdiğimiz kölelerimize, uşaklarımıza boğdurtuyor, harem-i ismetinize el uzatıyor, mabetlerinizi yok ediyor ve sizinle adeta oyuncak gibi oynuyor, bunu da TV’lerimizden size anında seyrettirip içinizde kalan cesaret kırıntılarınızı da yok ediyoruz”.
Ya bizler! Ya kendine “Müslümanım” diyen, son nefeste kelimeyi şahadet getirerek çene kapamayı ümit edip, cennete gitmeyi dileyen, ama o son nefese kadar İslam’la, Kur’anla, Hz. Peygamberle (sav), mü’min kardeşleriyle, dünyayla ve ahiretle olan ilişkisini rayına oturtamamış, dini; sadece biraz itikat ve çokça ibadetten ibaret sanıp, oraya hapsedip, muamelat, ukubat ve cihat ayetlerini ve emirlerini sadece hayatlarımızdan değil maalesef inancımızdan da çıkartan bizler. Batılılar gibi yaşayıp, onlar gibi eğlenip, onlar gibi düşünüp nihayetinde onlar gibi inanmaya başlayan, onların empoze ettikleriyle düşünen, zalime “zalimsin” demekten dahi acziyet içinde kalmış, ruhları örselenmiş yaşayan ölüler. İçimizde şehit olmak isteyen kaldı mı sahi? Mescid-i Aksa’yı esir eden aslında onlar değildi, bizdik bu acınası hallerimizle. Böyle mi zulme karşı duracağız?
Çok az sayıdaki istisnaların dışında Batı’nın köpekliğine teşne, midelerinden ve uçkurlarından dünyaya bağlanmış, nefislerinin kölesi olmayı Allah’a kul olmaya tercih etmiş, yokluklara, acılara sırtını dönmüş, yemek, içmek ve hayvani hazlarının peşinde koşmakla ömrünü geçiren, altın, lüks ve para düşkünü, İslam ülkelerinde Müslümanlara baş olmayı hak etmeyen kukla liderlerin yönettiği ülkelerle mi bu gidişe bir dur diyeceğiz. Bu rejimler ve başındakiler değişecek diye ümit etmiştik oysaki. Bu ülkelerdeki vicdan, merhamet ve iman sahibi insanların içinde yeryüzünde süregelen zulme ve adaletsizliğe karşı kendi idarecilerinin tepkisizliği ya da üstü örtülü destekleri karşısında büyüyen öfke, maalesef erken pimi çekilmiş ya da zaman ayarı iyi yapılamamış bir bomba gibi “Arap Baharı” olarak zamansız bir şekilde elimizde patladı ve zulüm ve ölüm olarak geri döndü bizlere.
İşte yukarıda sözü edilen o az sayıdaki istisna ülkelerden birinde yaşıyor olmak sorumluluklarımızla birlikte çalışma azmimizi de artırıyor.
Zaman “sağımıza solumuza bakınmadan, fert fert ‘ben varım’ deme” zamanıdır. Öncelikle, kalplerimizde sinsice yerleştirilmiş olan, Allah’tan başka ilahları söküp atmanın, Kur’an ve Resul’le (sav) yeniden buluşup ruhlarımızı o kaynaklardan doyurmanın, dini sadece Allah’a has kılarak her bir ayetine yeniden iman etmenin, tazelediğimiz bu imanın muktezasıyla amel etmenin, birbirimize yeniden sımsıkı kenetlenerek Allah’ın ipine sarılmanın, Allah’ın dostlarıyla dost, düşmanlarıyla düşman olmanın imani bir mesele olduğunu yeniden hatırlayarak safımızı belirlemenin ve “tek millet olan ve hep öyle hareket eden küfre” karşı “tek ümmet olarak” bir olup hakkı ve hakikati haykırmanın, Allah’ın adaletini yeryüzünde hâkim kılma davamızı yeniden kuşanmanın zamanıdır. Bizler bu idrak düzeyini yakalar ve ihlasla, samimiyetle kendimize, ülkemize ve dinimize sahip çıkarsak, diğer İslam ülkelerindeki kardeşlerimize de hem örnek hem de umut olmayı başarabiliriz.
Mevcut yönetim anlayışı ve kadrolarla Türkiye ilk kez yüzyıldır kaybedilmiş bir umudu yakalamış gibi görünüyor. İçimize yerleştirilmiş; aşağılık kompleksleri ile ruhları yoğrulmuş batı özentilerine, “Güneydeki Ülke (İsrail) sevdalılarına”, tescilli veya tescil olmaya aday monşerlere, din tahripçisi, devlete sızmış ihanet şebekelerine, üç ağaca destan yazıp, üç yüz çocuğun parçalanmasına ses çıkarmayan sözüm ona aydın ve sanatçı bozuntusu paçozlara, yalı çetelerine, müptezel baronlara, küresel soytarıların zavallı tetikçileri sözüm ona köşe yazarı kisvesine bürünmüş buruşuk fikirlilere, anlattıklarıyla inananların zihinlerini uyuşturan ama bir kez bile zulme karşı tavır koyamayan “tatlı su entelektüellerine”, hocalarının arşında kendilerine vaat edilen sahte cennetlerde dolaşan zavallı idrak fukaralarına, sosyal medya maymunu haline gelmiş, “fast food tarzı fikirlerle” beslenmeye alışmış “internet sazanlarına” rağmen bunu başaracağız, başarmak zorundayız. “Son Kale” Türkiye’yi ayakta tutmak, diri tutmak ve “haçlı ittifakına” yedirmemek zorundayız.
Diğer türlü Gazze’de, bombalanan evlerinin enkazın altında yaralanmış ve “Ya Rabbi, Ya Rabbi…” diye inleyen çocuğun, Suriye’de “Bütün bu olanları Allah’a bir bir söyleyeceğim” diyen çocuğun, Bosna’da “Anneciğim, çocukları küçük kurşunlarla vururlar değil mi?” sorusu ile insanlığa vicdan dersi veren çocuğun ahı bizi, hepimizi, bu ümmeti yakar, kavurur, hem burada hem de ahirette.
Rabbimizin has kulları olmanın yolu çalışıp, azmetmekten geçiyor. Bu insanları da kuracağımız milli bir paradigmaya sahip eğitim sistemi ile yetiştireceğiz. Bu milli sistemde insanlarımızın hem aklını hem de kalbini eğiteceğiz. Sonra da analitik düşünebilen, dünyayı bütüncül bir şekilde kavrayabilen, analizi bir metot olarak hayatın her evresinde verimli kullanabilen bir modelde yetiştireceğimiz birey kimlikleri ile insanlığa iyilik götüreceğiz.