Eğitim düzeninin her kademesindeki malum gidiş oldukça bunaltıcı bir hal aldı. Bunaltının temel sebebi; bu ABD’ci, pragmatist, ekonomizm güdümlü, piyasacı gidişin en olmadık zihinlerde bile meşru bir zemin bulmuş olmasındandır.
Ph.D., Latince bir ifade “Philosophiae Doctor” yani felsefe doktorunun kısaltması. Adından başka hiçbir yerinde felsefenin bir yerinin olmadığı bir şey artık “doktora”. YÖK tarafından düzenlenen doktora öğretiminin iyileştirilmesi çalıştayının raporunda doktora programlarında bilim felsefesi derslerinin yer alması yönündeki uyarıyı olumlu karşılamalıyız belki de. Fakat genel anlamda bir değerlendirme yapıldığında felsefesini kaybetmiş doktoradan fazlasıyla memnuniyet duyulduğunu da görebiliriz.
Çalıştay raporundaki kimi öneriler varolan doktora programlarındaki çeşitli aksaklıkların giderilmesi için anlamlı görülebilir. Bununla birlikte dikkatimizi bir iki önemli noktanın çekmesi kaçınılmazdır. Herşeyden önce bu noktalar, son dönemlerde eğitim sistemimizde giderek daha da egemen hale gelen performansçı anlayışla ilişkilidir. Doktora süreçlerinin iyileştirilmesinin yolunun performansçı, işletme hastalıklı, projeci bir güzergâhtan geçmesi gerektiğine inanıldığı açıktır. Doktora öğrencisinin ve danışmanının yayın sayısını yani yayın performansını, proje faaliyetlerini artırmaya teşvik edilmesi boşuna değildir. İşletmeci bir mantıkla doktora sürecindekilere sürekli “üretim” yapmaları ve “verimli” olmaları gerektiği hatırlatılmaktadır. Oysa doktora süreci bir olgunlaşma zemini olarak görülmelidir. Aksine doktora sürecinde makale yayınlatmak, proje yapmak yasaklanmalıdır. Doktora öğrencilerine tezlerini tamamlayıncaya kadar, araştırma yapmaları, oturup cidden kitap okumaları ve tezlerini yazmaları için imkan, zaman ve maddi destek verilmesi yeterlidir. Doktora boyunca felsefe, sosyoloji, tarih gibi alanlarda derinlikli okumalar yapılması elzemdir çünkü.
Çalıştay raporunda dikkat çeken daha özel bir konu ise doktora tezi yazımının çeşitlendirilmesiyle ilgilidir. Birkaç makalenin bir arada sunumunun tez olarak kabul edilebilmesi önerilmiştir. Buna getirilen en temel savunma ise bunun dünyada örneklerinin olduğu yönündedir. Bu durumda şunu mu dememiz bekleniyor: Dünyada bir yerlerde varsa doğrudur(!). Elbette dünyadan kasıt büyük ölçüde ABD’dir. Zaten eğitimde en vahim hatamız bütün ruhumuzla ABD’yi takip ediyor olmamızdır. Bu, hep dediğimiz gibi yanlışı da yanlış yapmaktır. Avrupa’yı adam akıllı takip edebilseydik, en azından Batının yanlışlarını doğru kopyalamış olacaktık. Oysa ABD, Batının yanlışlarının parodisidir. İşletme hastalığının, pragmatizmin, performansçılığın daniskasıdır ABD’ci eğitim.
Perakende doktora tezi olamaz. Birkaç makaleden oluşan tez fikri esasen tezlerin yayına dönüştürülmesinin teşvikinden başka bir şey değildir. Bu noktada bu tarz bir akademik yazımın bütünüyle yanlış olduğunu söylemek istemiyoruz. Bu yazım türü bir tez değildir demek istiyoruz. Doktora tezi, adı üzerinde, ilgili bilim alanında bir “tez” ortaya koymalıdır, savunulacak bir tez. Buradaki tez de savunulması da felsefî bir mahiyet taşımalıdır. Birbirinin kopyası, yöntem takıntısına kurban gitmiş “profesyonel” tezlerden bahsetmiyoruz elbette. Özellikle eğitim bilimlerinde istatistik analizlerine dayanmayan bir tez ortaya konulabilmesi neredeyse imkansızdır. Dünyada nicel yöntemlere yönelen pozitivizm eleştirileri ile birlikte bizde de nitel araştırmalar artamaya başlasa da hala birçokları neredeyse çocukça bir tavırla, bir takım bilgisayar programlarının marifetiyle yapılan analizleri kullanmakla tezlerinin daha kaliteli(!) olduğunu keyifle savunup durmaktadır.
Çalıştay raporunda dikkat çeken bir diğer nokta ise “tez danışmanı ve öğrencinin donanımları farklı dillerde tez yazmaya uygunsa tezlerini Türkçeden farklı bir dilde yazabilme imkânı sunulmalıdır” şeklindeki öneridir. Yurtdışında yüksek lisans ya da doktora öğrenimi görmemiş ancak adam akıllı çalışıp çabalayıp ana dili dışında bir dilde akademik yetkinlik kazananlar da vardır elbette fakat burada kastedilen donanım, esasen birkaç yıl yurtdışında okumuş olmakla kamilen kazanılacak bir donanımdır. Fakat farklı dillerde tez yazmayı mümkün kılacak donanım sadece bir dili bilmekle edinilmese gerektir. Bir de ve daha önemlisi kendi dilinin dışında bir dili bilim dili olarak benimseyebilmek için başkaca tuhaf bir donanım, bir tür öteki-hayranlığı gereklidir.
Bir ülkedeki tezlerin o ülkenin dilinin dışında bir dilde yazılması nereden bakılırsa bakılsın anlamsız ve tutarsız bir fikirdir. Bu, derinlerde bir yerlerde bazı sakıncalı kabullerin varlığına işaret eder. Dünyada geçer akçe bilim dili İngilizcedir demiş olursunuz mesela. Daha çocukça bir kabul ise İngilizce yazılan tezlere yabancıların kolayca ulaşıp faydalanacağının düşünülmesidir. Oysa mesela ABD’deki akademyanın Türkiye’deki makalelerde ya da tezlerde ne yazdığı ile ilgili en ufak bir merakı bile yoktur. Böylesi bir merak bizim gibi ülkelerdeki Batı hayranı zihinlere yaraşır çünkü. Yenilgin ve güçsüz olan, kendisini yenen galibi merak eder, ona öykünür, onun tarafından sırtının sıvazlanmasını ister.
Üniversite, hakikat arayışında olacak ise şu ABD’ci pragmatist, performansçı, işletme hastalıklı, piyasa odaklı zihniyetten bir an önce kurtulmalıdır.
Garip olan ise özellikle eğitimde kendini alternatif bir medeniyet tasavvuru sunmakla görevli sayanların, sürekli “biz”den, “medeniyetimiz”den bahsedenlerin hemen bütün eylemlerinin ABD’ci zihniyetin Türkiye’ye tercüme ve aktarımından başka bir anlam taşımamasıdır.
Hiç sömürge olmamış ancak bir sömürge ülkesinden daha şevkle sömürgecilerin eğitim anlayışlarını uygulamış bir ülke oluşumuz artık şaşırtmamalı mı bizi?