Genellikle ‘din ile bilim’ terkibinden ya da uyum veya uyumsuzluğundan bahsedilir. Bu tartışma güncellenerek devam etmektedir. Konu, dinin ilimle çatıştığını varsayanlarla yok sayanlar arasında sical halindedir. Bu tartışma bitmese de elimizde paralel bir konu daha var. Dilin bilim karşısında kifayeti veya kifayetsizliğidir. Bir başka ifade ile dilin ifade gücü ve bunun yenilenmesi. Din ilim çekişmesi ‘tezi’ paralelinde dil ile bilim münasebetinden de bahsedilmelidir. Felatun Bey ile Rakım Efendi adlı romanında Batı-Doğu çekişmesini nazara veren Ahmet Mithat Efendi paralelinde John W. Draper’den mülhem veya hareketle Niza-ı İlm ü Din (ilim din çekişmesi) adlı eserini kaleme almıştır. Bu bize felsefe din çekişmesi alanında Gazali’nin Tuhafüt el Felasife adlı eserini hatırlatmaktadır. Gazali’ye göre din ile felsefe arasında çatışma vardır. Lakin İbni Rüşd’e göre böyle bir çatışma bahis konusu değildir. İkisinin çıkış noktalar farklıdır. Gazali filozofları yazdıklarıyla yargılamıştır. İbni Rüşd ise onları çıkış noktalarıyla değerlendirmiştir. Ona göre din ile felsefe aynı kaynaktan beslenmektedir. Aynı su kanalından ve hattından gelen iki çeşme gibidirler. Felsefe yerine bilimin ve teorilerinin öne geçtiği Batı Medeniyeti çerçevesinde bilim ile dinin çelişip çelişmediği tartışılır olmuştur. Adnan Adıvar da ‘Tarih Boyunca İlim ve Din’ adlı eserinde bu konuya eğilmiştir. Bu alanda Hüseyin Cisr Efendi de, Risale-i Hamidiyye adlı eserinde dile getirdiği gibi arada çekişme ve çelişme değil tekamül vardır. Çekişmenin esas olduğuna inanan, kail olanlar çoktur. Celal Şengör gibi isimler buna misal olarak verilebilir.
Bir hüküm cümlesi olarak şunu da söyleyebiliriz: Din ile ilim arasında temelde çekişme-niza olamaz. Birisi kitab-ı mektup veya makru diğeri ise kitab-ı menşurdur. Kitabı gönderenle kainatı yaratanın aynı kaynak olduğunu tasdik ettiğinde nazari olarak ortada bir niza ihtimali kalmaz. Bununla birlikte dini yorumlayanlarla bazen de ilmi yorumlayanlar veya nazariyatçılar ters düşebilir ve aralarında kıt anlayıştan dolayı niza ve ihtilafın baş göstermesi kaçınılmazdır. Galileo Vatikan’ın hilafına Kopernik’in izinden yürüyüp dünyanın güneşin etrafında döndüğünü kabul ettiğinde, yargılanmıştır. Sonuçta zahiren Kilise’nin öğretilerine teslim olmak zorunda kalır.
Dinin sahasını suçlamak doğru olmaz. İnsanlar bazen din adına anladıklarını dile getirirler. Bu yönde tutuculuk da gösterirler. Zaman ise hurafeler cürufunu süpürerek, tashih ederek yoluna devam eder. Kimi dindarlar dini veya ilmi algıları doğrultusunda meseleye yaklaşırlar ve baltayı taşa vururlar. Bunun üzerinden de ilim taraftarları dini suçlayabilirler. Halbuki, suçlanan muayyen bir algıdır dinin kendisi veya hakikatleri değildir. Hakikat yerine geçmiş algılardır. Din ile bilim, din ile felsefe ve makul ile menkul kümelerinde karşılaştırmalar olmuştur. Din ile ilim arasında niza değil uyum ve tekamül olmalıdır.
Dil ile bilim
Keza dil ile bilim veya ilim arasında da keza tekamül olmalıdır. Zira ilmin hamulesini yüklenen dildir. Dil ilmin ve bilimin taşıyıcısıdır. Bilim anlam dil ise onu taşıyan kalıptır. Geri kaldığında ilmin muhtevasını taşıyamaz. Eski kalıplar kifayet etmeyebilir. İkisi de senkronik olarak gelişmeli ya da at başı gitmelidir. Dil bilimin gerisinde kaldığı zaman yardımcı unsurlara ihtiyaç duyar ve bu meyanda yabancı diller devreye girer. Ya da bilimin bazı üniteleri yabancı dillerin gölgesinde tahsil edilir. Bu açıdan dil bilimin kafilesinden geri kalmamalıdır.
Kainat boşluk kaldırmaz her açık, asli öğelerle doldurulamazsa ödünç unsurlarla ikame edilir. Asli yerine protezle iktifa etmek zorunda kalınır. Bu da sağlıklı olmaz. İlimde geri kalan milletlerin dili de geri kalır. Ya da gelişemez ve yerinde sayar. Bu açıdan hamleci milletlerin dili ne kadar da gelişmeye müsait olmasa bile yine de teknolojinin yardımıyla depara kalkar ve fark atar. İkisi birlikte gelişir ve serpilir. Nitekim televizyon gibi kelimeler üretici milletlerin dili üzerinden küresel zeminde yaygınlaşmış ve kullanım alanı ve düzeyi genişlemiştir.
Bu açıdan Batı medeniyeti dünyanın geri kalanına 300 yüzyıl fark attığı gibi Fransızca ve İngilizce dilleri de ilim dili olmuş ve bu milletlerin ileri konumuna eşlik etmiştir. Dil ile bilim senkronik olmazsa birisi arkada kalır veya birbirine eşlik edemez ve yetişmezse o zaman dil anakronik kalır. Dil ile bilim birleşik kaplar gibidir. Biri geri kaldığında ötekisi de geri kalır. Sözgelimi sarf ilmi ve iştikak üzerinden Arapçanın potansiyeli çok yüksektir. Lakin bilim üretemediği için Arapça da bilim dili olmakta geri kalmıştır. Bu Arapçanın kabahati olmayıp tembellik eden ve atalarının izinden gitmeyen Arapların kabahatidir.
Alman oryantalist Sigrid Hunke amiral gibi günümüzde dahi kullanılan Arapça kökenli bazı kavram ve terimlere temas etmekte ve bunların bir listesini vermektedir. Batı’nın Üzerine Doğan İslam Güneşi adlı eseri bize bu hususta Arapların cihangir olduklarında dillerinin nasıl küreselleştiğini göstermektedir. Türkçe, Arapça, Farsça gibi diller gelişmeye müsaittir. Manayı bulduğunuzda ona uygun kalıp üretebilirler. Bu diller bu esnekliğe sahiptir. Lakin sürekli işlenmelidir. Nitekim atalarımız ‘işlemeyen demir pas tutar’ demişlerdir.
İşlemek, bilimle ve teknoloji ile olur.