Dava adamı olmak için önce “dava”nın ne olduğunu tanımlamak gerekir. Bir de günümüzde “dava”dan kimin ne anladığına bakmak elbette ki. Bir çoğunun bu süslü sözün ardına sığınarak aslında peşinde koştuğu riyaset, makam, mevki, şan, şöhret, zenginlik, önemsenmek, hükmetmek, toplum içinde itibar sahibi olmak, önünde eğilinmesi, ön iliklenmesi, her sözünün emir telakki edilmesi vs gibi şeyler midir dava. Öyle davaların peşinde nefsinin esiri olarak koşanların özellikle de son zamanlarda düştükleri içler acınası durumları müşahede ettiğimizde gerçek “dava” ve “dava adamlığı” adına ne kadar esef edilse, ne kadar üzüntü duyulsa azdır…
“Böyle kutsal kavramları o küçük ağızlarınızda küçültmeyin beyler…” diyesi geliyor insanın. Oysa “dava”; hakkın ve adaletin yeryüzüne hâkim olması davası değil miydi? Yaratana kulluk, yaratılana adalet, şefkat ve merhamet davası, “İlay-ı Kelimetullah”, “Nizam-ı Âlem” davası değil miydi? Allah yolunda nefsinden ve her şeyinden vazgeçerek şehadeti yürekten arzulamak, bu yolda ölmeyi her şeyden çok istemek, Peygamberler ve Sıddıklarla bir olunacağı müjdesine nail olmak değil miydi? Dünyadan, hatta ukbadan geçip, “terk”i dahi terk ederek o en Sevgiliye (sav) komşu olmak, O’na layık olmak, Rabb’e kul olmak, yoklukta varlığa ulaşmak, gözünü ve gönlünü “sonsuzluğun sonundaki yeni başlangıçlara” yönlendirip, hakiki, has kul olmak değil miydi? Ne de çabuk örselendi ruhlarımız, nasıl da aldatıldık, nasıl da kandık geçici dünyanın çelik çomağına, nasıl da azar azar azaltıldı insani olan neyimiz varsa değil mi?
Onun içindir ki biz “dava” dediğimizde yer gök titremeli, dostlar ve mazlumlar ümitlenmeli, düşmanların kalplerine korku salmalı samimiyetimiz, hasbiliğimiz, harbiliğimiz, azmimiz, gayretimiz ve şecaatimiz. “Yine süslü sözlerle kendilerini avutuyor zihinlerini ve kalplerini köleleştirdiklerimiz, onlardan bir şey olmaz, bizim emperyal sömürü düzenimize asla tehdit olamazlar” diye keyifle izleyememeli küresel soytarılar hezeyanlarımızı ve çaresizliğimizi…
Bir de sıklıkla kaçırdığımız, ıskaladığımız bir şey var. O da “dava”nın şahıslara bağlı, onlarla kaim olmadığını çok çabuk unutuyor, “dava” yerine insanlara bel bağlıyor, onları yüceltip davanın önüne geçiriyor, onlar insani zaaflarından dolayı bir hata ya da gaflete maruz kaldıklarında da bundan çok etkilenip davamıza halel geldi zannediyor ve kolayca demoralize olabiliyoruz. Oysa bu davanın mübelliği, yaratılmışların en şereflisi Resulullah (sav) ahirete intikal ettiğinde Hz. Ebubekir’in (ra) gösterdiği gibi bir ferasetle “kişilerin değil, davanın önemli olduğu ve Allah’ın izniyle ebediyete kadar devam edeceği” iradesini kuşanmak gerek bu kutlu yolun yolcularına. Şahıslara bağlanan, onlarla kaim olan davalar küçülür ve sonunda zevale mahkûm olur…
Halbuki mukaddes davamızda Rabbimizin (cc) va’z, Resul’ünün (sav) tebliğ ettiği hükümler baki, ebediyete kadar kaim ve tüm insanlığa tüm zamanlarda yegâne kurtuluş reçetesi olduğuna eksiksiz, şeksiz, şüphesiz iman etmek, davamızı şahısların her zaman önünde tutmak, idarecilerimizi bu ölçülerle zaman zaman muhasebe etmek ve ancak o mukaddes kıstaslara uydukları sürece itaat etmek durumundayız. Diğer taraftan “dava adamlığı” kimseye kudretten biçilmiş bir libas ya da babasından miras değildir. Her bir mü’minin fert fert hakiki bir Hak neferi, gerçek bir “dava adamı” olması zaten ilahi takdirin ve yüklendiğimiz emanetin kaçınılmaz olarak omuzlarımıza yüklediği kadim bir mesuliyettir. Ne mutlu “dava”sını her şeyin fevkinde tutanlara, ne mutlu ömrünü mukaddes bir davaya hizmetkâr kılanlara, ne mutlu “dava adamlığını” layık-ı vechile kuşanabilenlere…