eğitim,öğretim,terbiye,talim,Meb,Üniversite,öğrenci,öğretmen,muallim,öğretim üyesi,maarif,aile,
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
Ankara
Açık
16°C
Ankara
16°C
Açık
Cumartesi Az Bulutlu
16°C
Pazar Çok Bulutlu
14°C
Pazartesi Az Bulutlu
13°C
Salı Çok Bulutlu
11°C

Öğrenci olmak, çorapsız ve ayakkabısız!

Öğrenci olmak, çorapsız ve ayakkabısız!

OKUL ANILARI:

Karaman Milli Eğitim Müdürü Mevlüt Kuntoğlu, öğretmenlik yaptığı dönemdeki; unutamadığı çarpıcı bir hayat hikayesini kaleme aldı. Yazarımız Burhanettin Saygılı ise yayına hazırladı.

İşte yürek burkan yaşanmış, gerçek bir hayat hikayesi…

GÖNÜL ZENGİNLİĞİ

90’lı yılların bir kenar mahallesi…

Varlıklı insanların uğramadığı, yokluk içinde yaşayan, yoksulluğu hayat kabul etmişlerin yaşadığı bir yer…

Yollarda yoksulluk değil, ihmal edilmişlik zamanlarının çamur deryaları…

Uzaklarda tek tük görünen evlerin yamacındaki ağıllarda çalışan insanlar…

Tezek kokuları içerisinde, soğuk rüzgârların esmesine aldırmadan üç beş kuruş kazanıp çocuğunun okul masraflarını karşılayabilmek için karda, çamurda hayatlarını sürdürenlerin mahallesi…

Yapışkan çamura inat lastik ayakkabıların su geçirmeyen dostluğu…

Kenar mahallelerin itilmişliğinde devletin imkânlarının özlendiği, sarı kamyonlara hasretle bakılan, çeşme başlarında akmayan sulara söylenilen, bakkal dükkânlarında kara kaplı veresiye defterlerinin kabardığı yıllardı.

Çapak içindeki gözlerini ovuşturarak evlerinden çıkan öğrenciler, zorluklar içinde okula gelip gidiyordu. Sırtlarında, muhtemelen bir zengin çocuğunun beğenmediği müjde gibi gelen çantalar…

Çantalarında ablalarından, ağabeylerinden ya da komşu çocuktan –“Temiz kullan ha!” diye tembihlendiğinden dolayı- kalabilen ya da biri varsa diğeri olmayan, bir dahaki ay alınacak, kaplanamayan kitaplar…

Uçları daha okulun ilk haftasında kıvrılmış defterler… Kalemtıraş yokluğunda çabuk bitmesin diye her iki tarafı sivriltilmiş kurşun kalemler…

Üstüne üstlük okulların her hafta tamir edilen ama yine de yanmayan kaloriferi…

Beyaz tebeşir varsa renkli tebeşirin arandığı, teksir makinelerinin ispirto kokusunda boğulduğu, kalorifer sağlamsa kömürün kalmadığı, “ödenek yokmuş” sözünü çokça duyduğumuz zamanlardı.

Eğitim mi? Eh işte… Diğer işlerden kalırsa. Her gün ayrı bir dram yaşanıyor, ayrı sızılar insanın yüreğine işliyordu.
Her çocuk ayrı bir dünya olarak hayatına devam ediyordu.

Herkesin hayatı kendinindi, kendisine aitti. Çileleriyle, yokluklarıyla… Küçük şeylerle mutlu olmasını biliyorlardı çocuklar. Ayda yılda bir de olsa elma şekerci, dondurmacı, kır atının iki yanına sarkıttığı çuvallarıyla iğdeci uğruyordu ya mahallelerine…

Hem Bakkal İhsan amcaları bisküvinin en alasını getirmiyor muydu? Babaları aylığını aldığı akşamlarda şenlik olmuyor muydu evlerinde?

Yürek burkan şeylerdi bunlar. Okul müdürü olarak gördüklerimden etkilenerek çözüm aramaya devam ediyordum. Bir değil iki değil, bitecek gibi de değildi. Akşama ekmeği olmayandan tutun da şubatın iliklere işleyen soğuğunda paltolarının, ayakkabılarının yokluğundan, birkaç kırpıntı ile tutuşturulabilen sobalara kadar onlarca sıkıntı bir dize halinde mahallenin sokaklarını doldurmuştu.

Öğrencilerin ihtiyaçlarını karşılayabilmek için araştırmalar yapmaya başladım. Ayağı üşüyen, çok soğuklarda birbirine sokulan bu çocuklara kim ne kadar matematik anlatabilirdi?

Tamamen çözmek imkânsızdı belki ama sızlayan vicdanımı rahatlatmak adına çalmadık kapı bırakmadım. Kimisinden birkaç parça giyecek, birkaç pantolon, eski de olsa birkaç palto, birkaç okul kıyafeti…
İnsanımız gerçekten duyarlı ve yardım etmeye, elindeki azı bile paylaşmaya çoktan gönüllüydü… Yardım dendiğinde bu mümtaz toplum eşi bulunmaz güzelliklere sahipti. Millet olarak bu güzel özelliğimiz en zor durumlarda ortaya çıkıverirdi işte.

Öyle bir şey bekliyordum. Ümitliydim. Ümidimi kaybetmek gibi bir hakkımın olmadığını da biliyordum. Eğer okula müdür olmuşsam çare de ben olmalıydım veya bir çare bulmalıydım… Yoksa kaçıp giden uykularımın geri gelmesi mümkün olmayacak, vicdanım huzur bulmayacaktı.

Bir gün bir hayırsever çıktı ve okula iki yüz çift ayakkabı gönderdi. O kadar mutlu oldum ki mutluluğumu anlatmaya kelimeler yetmezdi. Sanki ayakkabıları ben giyecektim. Çocukluğumun sevinçleri çığlık çığlığa geri gelmişti. Üşümüş ayaklarım ısınacaktı. Yürek sızılarım dinecek, huzura hasret vicdanım rahat edecekti.

Sevincin ve huzurun doruklarındaki ben ”Bari dedim, çocukların ayakkabılarını ben giydireyim.” Önlerine eğildim ve tek tek ayakkabılarını giydirdim. Hem de mübarek bir duayı okur gibi. Hem de anamın, sabah namazlarını kıldığı gibi…

Çocukların gözlerindeki parıltı, sevinç, insana bu kadar mı mutluluk verirdi? Çok şükür birazcık rahatlamıştım. Belki de çocukların sevinç çığlıklarının sesleri, sevinçlerin güzelliği dolmuştu gönlüme.

Ayakkabısını giyen çocuk kanatlanıyordu evine doğru… Göz ucuyla baktığımda bir kısmı okulun merdivenlerinde ayakkabılarını çıkarıp tekrardan eski ayakkabılarını giyiyordu. Bir ara çöktüğüm yerden doğrulup ”Çocuklar! Neden çıkarıyorsunuz? Sizin artık onlar!” diyecek oldum, demez olaydım. Bitmeye yüz tutan yürek depremlerimi yeniden başlattım. ”Çamurlanmasın diye öğretmenim! Anneme göstereceğim öğretmenim! Kardeşime götüreceğim öğretmenim!” Her yer çamurken ayakkabıların çamurlanmaması ne kadar mümkündü? Kardeşinize büyük gelirdi o ayakkabılar… Ah çocuklar ah!

Küçük bir çocuk önüme gelip dikildi. Soğuktan burnu akmış, çapaklı gözlerinin içindeki derin siyah noktaları gözlerime dikmişti. Ayakkabısı delik, ayakları çıplaktı. Buz gibiydi
ayakları. Kendi ayaklarımı koparıp atasım geldi. Başımı kaldırdım. Yeniden göz göze geldik. Çocuğun o masum yüzüne bakmaktan utandım.
— Çorabını neden giymedin yavrucuğum, dedim.
Yüzüme anlamsızca baktı. Utandığı belliydi. Üzerine gitmedim. Eğildi kulağıma fısıldadı:
— Çorabım yok ki öğretmenim.
Başımı bir daha kaldıramadım. Gözlerim doldu, doldu…

Burnumdan alnıma doğru derin bir sızı yükseldi ve gözyaşlarım nihayet esaretten kurtuldu. Bir heykel misali öylece kalakaldım. Nasıl fark edememiştim? Ayakkabılarının olmadığını gören gözlerim çorabı olmadığını neden görememişti? Gözyaşlarım yüreğimdeki ateşi söndürmeye yetmedi.

Niceleri vardı ihtiyaçları içinde kıvranan. Niceleri vardı onların bu halinden haberdar olmayan. Niceleri vardı kıyamet esnasındaki sıkıntılardan kurtulmak için bu dünyada sıkıntı içinde yaşayanları arayıp bulan…

Gönül zenginliğinin ne büyük bir zenginlik olduğunu bilenler bilirdi. Onlardı bu çocuklara hizmet etmek için her yolu deneyenler.

Neden sonra gözyaşlarımı silerek doğruldum. ‘‘Ben üşümüyorum öğretmenim.” diyordu ya…

Söylediği bütün sözler gözyaşlarımı yeniden dalgalandırıyordu. Ayakları üşüse de yüreği sımsıcak bu esmer çocuğun elinden tutup odama doğru yürüdüm. Saatlerce ayaklarını ellerimin içinde tutsaydım ruhumun üşümesi durmayacaktı.

Günlerce gözlerinin içine baksam yüreğimin sesini dindiremeyecektim. O ise fakir bir zamanın sıradan yokluğunu yaşamaya devam ediyordu. Ondaki vakur duruş geleceğimizin çok daha aydınlık, yarınlarımızın çok daha güzel olacağını söylüyordu.

Mevlüt KUNTOĞLU/KARAMAN İL MİLLİ EĞİTİM MÜDÜRÜ(E)

Yayına Hazırlayan: Burhanettin Saygılı

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.