Her çocuk, ailesinin “bir tanesidir.” Hiçbir anne baba, çocuğunun ayağına diken dahi batmasını istemez. Bundan daha tabii, daha insanî bir duygu yoktur herhâlde.
“Kuzguna yavrusu anka görünürmüş.” derler ya ebeveynlere düşen, bu sözün büyüsüne kapılmadan yavrularının istek ve kabiliyetlerini iyi tespit etmektir. Dünyamız, üstün zekâlı çocukların yanında normal, hatta daha az zekâlı çocuklarla doludur. Mesele, canımızın bir parçası saydığımız evladımızın konumunu doğru belirlemek, her hâlükârda onu kabullenmek, ona göre davranmaktır.
Hatırlayanlarınız vardır, bir zamanlar öğretmenler kurullarında, öğrencilerin hangi tip liseye gitmesi gerektiği yönünde bir tavsiye kararı alınırdı. Adı üzerinde, hiçbir yaptırım gücü olmayıp sadece “tavsiye kararı” olduğu için meslek liselerine yönlendirilen pek çok öğrencinin velisi bu karara uymazdı. Onların ortak kanaati şu idi: “Benim çocuğum liseye gidecek. Şu anda zayıf olduğu derslerden özel ders alacak, liseyi başarıyla bitirecek, o hızla üniversiteyi kolaylıkla kazanacak ve iyi bir doktor (ya da velinin gönlünden hangi meslek geçiyorsa) olacak. Siz, çocuğumu meslek lisesine yönlendirmekle hem onun hayatıyla oynuyor hem de ülkemizi böyle bir değerden mahrum ediyorsunuz…” Bu örneğin bir başka şekli de liselerde bölüm seçimi sırasında yaşanırdı. Aynı gerekçelerle hemen her veli, çocuğunun “fen” bölümünde okumasını isterdi.
Elbette herkesin gönlünde bir aslan yatar ama bu aslanın sağlıklı ya da hastalıklı olduğu pek sorgulanmaz. Dedik ya, yapılacak en doğru şey, ebeveynlerin çocuklarını iyi tanımasından geçiyor. Bu gerçek bir kere yerleşirse insanın ruhuna, ortada ciddi bir problem kalmaz. Çocuk da veli de öğretmen de devlet de rahat eder.
Geçen hafta, İstanbul’un mobilya mağazalarıyla ünlü alışveriş merkezi Modoko’da konumuzun güzel bir örneğini yaşadım. Bir mağazada önemli bir konumda bulunan arkadaş bana şunları anlattı: “Hocam, ben 48 yaşındayım. İlkokulu bitirince sınıf öğretmenim babama, ‘Bu çocuğu okutma, bir esnafın yanına çırak ver.’ dedi. Babam, benim de ısrarıma dayanamadı ve beni ortaokula yazdırdı. Dönem sonundaki notlarım babamın da benim de gözümü açtı. Neredeyse hiçbir dersten geçerli notum yoktu. Elimden tutan babam beni bir marangoza çırak olarak verdi fakat ustanın tavrını beğenmeyip oradan ayrıldım. Hiçbir şey yapmadan evde oturmaya başladım. Bir güm babam bana, “Nereye kadar?’ diye bir soru sordu. Tam olarak anlayamasam da bunun bir nevi ihtar olduğunu sezebildim. Annem ise daha ciddi bir şekilde uyardı beni: ‘On iki yaşına
geldin. Utanmıyor musun evde boş boş oturmaya. Git, kendine iş bul! Utandım hem de çok utandım. Doğruca Modoko’ya gittim. Bir dükkânın kapısında, ‘Çırak aranıyor.’ yazısını gördüm ve içeri girdim. Ustam beni çıraklığa kabul etti. Aradan 36 yıl geçti. O gün bu gündür Modoko’dayım. İyi çalıştım, iyi yerlere geldim. Şimdi sadece satış değil, mobilya tasarımı da yapıyorum.”
Ben, bu tertemiz yüzlü, ağzından âdeta bal damlayan arkadaşa tebriklerimi sıralarken beni şaşırtan bir şey daha öğrendim: “Hocam, bizim aynı zamanda bir Türk Sanat Müziği derneğimiz var, ben orada solistlik yapıyorum.” Doğrusu, bu dost canlısı arkadaş bir alkışı daha hak etmişti. Onun zekâsında bir gerilik mi vardı? Hayır, asla öyle bir durum yoktu sadece hayata kendi penceresinden bakıyordu. İçinde özgüven olan, musiki sesleriyle örülmüş bir pencereden. Mesele, herkese kendi penceresinden bakabilmeyi öğretmekte.
Diyeceksiniz ki, ben çocuğumun okumada gözü yok, onu kısa yoldan bir meslek sahibi yapmak istiyorum fakat sistem buna izin vermiyor. 4+4+4 diye bir kural çıkarmışlar, bu kuralın dışına çıkmak isteyenlere izin vermiyorlar. Size “Haklısınız” demekten başka verecek cevabım yok. Haklısınız, hem de çok. Bendeniz, 8 yıllık zorunlu eğitimin yeterli olduğunu düşünenlerdenim. Ortaokulu bitiren çocuğu serbest bırakalım. İsteyen okula devam etsin; istemeyen, kendine uygun bir yol çizsin. Bu kural, bugünden yarına değişir mi bilmem, temennim kısa zamanda değişmesidir. O zamana kadar yapılacak şey belli ve basittir: Çocuklarımızı, ilgi duyduğu bir meslek lisesine göndermek ve hayatı tanımasını sağlamak.
***
Madalyonun bir de diğer yüzü var. Bazı çocukların zekâ seviyesi diğerlerine göre daha yüksek olabilir. Her aile, böyle çocukları olsun ister fakat onları eğitmenin zorluğunu gördükçe ne kadar çaresiz olduklarını anlarlar. Zira üstün zekâlı çocukların eğitimi hiç de kolay değildir. Onlarla baş edebilmek, o pırıl pırıl beyinleri doğru yönlendirmek, her anne babanın harcı değildir, hatta her öğretmen de bu konuda başarılı olamaz. Ancak, alanında uzman kişiler, böylesi çocuklara yardımcı olabilir. Bu konuyu çözmek, elbette öncelikle devletin görevidir. Tecrübeyle sabittir ki nice üstün zekâlı çocuklar, yeterli eğitim ortamını bulamadıkları için ya silinip gitmişler ya da toplumun başına olmadık belalar açmışlardır.
“Bir yıl sonrasını hedefliyorsan tohum ek, on yıl sonrasını hedefliyorsan ağaç dik, yüz sonrası ise hedefin, halkı eğit.” Son yıllarda sıkça kullanılan bu söz, önemli bir gerçeği ifade ediyor. Bir devlet, zamanın elinden tutan gençlere sahip olmak istiyorsa halkı eğitmek zorundadır. Burada kastedilen eğitimin, basit bir
okuryazarlık eğitimi olmadığı âşikar. Her çocuğun nasıl bir eğitime ihtiyacı olduğunu belirlemek ve ona göre hareket etmektir bu sözün kastı.
Üstün zekâlı çocuklar, özel okullarda bile tam manasıyla böyle bir eğitim alamazken fırsat eşitliğinin olmadığı yerlerde bu sorun nasıl çözülecek? “Ak Zambaklar Ülkesi” diye e anılan modern Finlandiya’nın temelleri nasıl ki bir avuç idealist insan tarafından atılmışsa eğitimde fırsat eşitliğini başarmak hiç de zor olmasa gerek. Öncelikle anne babaların, sonra da öğretmenlerin ve nihayet devletin bütün kademelerinde yer alan yetkili kişilerin, “Bir mıh bir nalı, bir nal bir atı, bir at bir orduyu kurtarır” misali en önemsiz sandığımız konularda bile “yüz yıl, hatta binlerce yıl sonrasını” düşünerek hareket etmeleri yeter de artar bile.
Grigory Petrov’un Ak Zambaklar Ülkesinde adlı romanı, yukarıda bahsettiğimiz Finlandiya’da bir dünya cenneti kurma peşinde olan bir avuç aydının başarı hikâyesini anlatır. Eserin başkahramanı Johan Vilhelm Sinelman ve arkadaşları verdikleri konferanslarla devlet adamlarından öğretmenlere, öğrenci velilerinden din adamlarına kadar ülkeyi kalkındırmak için yapılması gereken şeyleri anlatırlar ve ülkede herkesi etkilemeyi başarırlar. Sonuç ortada, Finlandiya bugün parmakla gösterilen bir ülke. Fakat bana göre ortada bir terslik var. Onlar, bir dünya cennetinin peşindeydiler. Bu yüzden diyorum ki bizim hem bu dünyamız hem öteki dünyamız cennet olmalı. Gençlerimizi bu yönde yetiştirmeli, halkımızı bu yönde eğitmeliyiz. En yüksek kademedeki devlet adamlarıyla halkımızın hedefi aynı olmalı. Böyle olursa inanıyorum ki asıl parmakla gösterilen ülke biz oluruz.
“Annesinin bir tanesi / Babasının nur tanesi / Öğretmenin nar tanesi” sayılan çocukları en iyi yerlerde görmek her ailenin hakkıdır. Mesele doğru kararlar verebilme meselesidir.
Kararlarımızı verirken şahsımızdan ve ailemizden önce devletimizi düşünmek zorundayız. Ben bunu bilir bunu söylerim.