Biz Olmak Vasfımızın Nişanesi
BURHANETTİN KAPUSUZOĞLU
“Ve ondan anlamayan bir şey anlamaz bizden”
Yahya Kemâl
Cemâle Âşina Bir Manzume
Merkezi insan olan medeniyet, varlık alanı olan dünyayı tezyin mesleğine ait bir inanç ve ahlâk nizamıdır.
Bu nizâm, istikâmeti sahih fertlerin ve toplumların yaşadığı “Medinetü’l-Fâzıla” ikliminin ta kendisidir.
Medeniyet, insanın şanına lâyık müebbet bir hâsıladır ve kaynağını dinden alan yüksek bir zihniyet ve idrak seviyesi. Medeniyet, bütün azameti içinde, kitabî bir var oluş ve yenilenmedir. İmanın kuşatıcılığında, ilim, fen ve sanatta kâmil mânâda bir gelişmeyi ifade eden medeniyet, beldeleri/şehirleri imar ederek kul olma şuurunu müdrik insanların hayat seviyelerini yükseltme maksat ve gayretidir.
Medeniyet, şehir mefhumunun ihsas ettirdiği her bir mânâyı içine alan kuşatıcı bir nizamdır.
Medeniyet, Hak, hukuk ve adalete tam riayet, “Hazreti İnsan”ın haysiyetine yaraşır bir hayat tarzı, huzur ve refahın her sahada teminidir.
Medeniyet, akl-ı selîm, kalb-i selîm ve zevk-i selîm ile hemhâl olarak edeb, erkân, fazilet, terbiye, zarâfet, ilim ve irfan timsali bir şehirliliğin ilânıdır yani medenîliktir! Bu itibarla “din-medine” yani “şehir-medeniyet” kelimeleri arasında müşterek bir bağ vardır.
Bir şemsiye olarak medeniyet, altında kültürü barındırır. Kültür, medeniyetin inşâ ve ihyâ kabiliyeti ile ortaya çıkan fiillerdir. İnsan olmak vasfına yaraşır bir şekilde devamlılık arz eden tecrübedir. Esasen mevzu, bir var olma davâsıdır ve zamanın “biz”e ait demleri, hakikat davâsının izinde bu yüksek idrakin tasarruf edilmesi ile taçlanmıştır. Haliyle, mutlak mânâda kemâle ve cemâle dair bir alem olan medeniyetimizin yansıması olan kültürümüz, kuvvetli bir nasibe muhataptır. Ancak, cemâlin naifliğinden olsa gerek, değişmeye ve gelişmeye açık olduğu gibi, her türlü karşı taarruza ve sûikaste de açıktır.
Kültür, üslûptur ve milleti millet yapan değerler manzumesi olarak ruhî istidatların şekillendirdiği cemiyetin zihin dünyasının mahsûlü fiillerdir. Kültür, mâziden tevârüs edilen kıymet hükümlerinin hâlde meydana gelen kıvamıdır.
Kültür, estetik bir duyarlılık ifadesidir ve medeniyet dairemizin ferahnâk bir bestesidir. Kültürün bir inanç ve ahlâk nizâmına dayanması, başka kültür ve medeniyetlerle hiçbir temas hâlinde olmayacağı mânâsına gelmez.Tam tersine, büyük medeniyet ve kültürler, seçici bir anlayışla, hoşa giden, güzel ve faydalı olan her şeyi, kendi damgasını vurarak alır. Bunu yaparken de, toplum istikametini kaybedip çökmesin diye, mutlaka inanç ve ahlâk nizâmının ölçüleriyle hareket etmeyi emreder. Bütün bunların hâsılası olarak, fikirde ve eylemde bir sıçrama olur ve medeniyet havzası oluşur.
Süleymaniye misüllü bir ulu mabedin sadece hendeseden bir abide olmadığının izahı ve ispatı olan medeniyet ve kültür, beraberinde bilinçli bir teşkilatlanmayı getirir. Böylece, topluma ruhî bir tekâmül sağlayıp enerji verirken, arza vurulmuş mühür olan eserlerin inşâ edilmesini teşvik eder.
Medeniyetimiz, gönül coğrafyamızda farklı şekillerde ve tatlarda kendini göstermiştir. Büyük serlevhanın altında birer alt başlık olan kültürel kimlikler de, aynı kapıdan girilen medeniyet konağının odaları mesabesindedir.
“Kendi gök kubbemiz” altında yaşarken, mehâbetli bir bayram sabahı hazzı içinde demler ve safâlar sürdüğümüz millî kültür kimliğimiz ise, “biz” olmak vasfımızın destanı sıfatıyla, bu büyük konağın “selâmlığı” hükmündedir. Şurası muhakkak, Buhara-yı şeriften ve dârü’s-selâm olan uluğ Semerkand’dan bir yürüyüş eyleyerek inceliği yakaladığımız Anadolu/Türkiye ve “taht şehir” İstanbul’a doğru sürekli yükselen seyir hâlinin karar kılındığı “aşkın şeref diyarı” “Aziz İstanbul” şâhikasının azameti ve büyüleyiciliği, diğer beldelere nazaran ötelerden ötedir.
Hâsılı, muazzez medeniyetimiz ve yüksek kültürümüz, “ömrün bütün ikbâlini vuslatta duyan” “cedlerin mağfiret iklimidir.” Çünkü, “el-münevvir daima…”
Asırların Şahitliğinde Güzel Görüp Güzel Eylemek
Tarih toplumların, kültürlerin ve medeniyetlerin tanışmasının, bilişmesinin ve yarışmasının nasıllığını izah eden bir sırlar hazinesidir. Doğrular, yanlışlar, hatalar, ihmaller, gayretler ve sevaplardan oluşan bir tecrübeler yumağıdır ve zamanın ibretten ibaret bir şerhidir.
Tarih insanın, milletlerin ve medeniyetlerin fikrî ve fiîlî sürekliliğidir.
Dünün yani hâfızanın ânı yaşayarak süreklilikten dolayı geleceği inşâ/imhâ etmesidir.
Bir ilim olarak tarih, varlığı, dünyayı, insanı, hayatı ve çevreyi anlamak ve bu sayede ayakta kalabilmek için verilen bir mücadeledir.
Tarih milletlerin peşinden gelir. Büyük tarihin sayfaları açıldıkça, içinde celâl ve cemâl tecellîlerinden her ne sırlanmışsa, düne ait olan her ağırlık ânı yaşayarak geleceğe devrolunur. Bu mânâda zamanın ve insanın biriktirdikleridir tarih.
Tarihten süzülüp gelen medeniyet tasavvurumuzun her bir güzelliği, mehâbetli ruh hamurkârlarının gönül tezgâhlarının ilmekleri olduğu için, kıymet hükümlerimiz ve varlık dairesine süs olarak armağan edilmiş bütün eserlerimiz üslûp birliği içindedir.
Mütevazı ama sanat şah eseri külliyeler, camiler, saraylar, köşkler, konaklar, medreseler, kütüphâneler, hanlar, kervansaraylar, köprüler, hamamlar, aşevleri, dârü’ş-şifâlar, tekkeler, sebiller, hazirelerdeki “Hüve’l-Bâkî” fehvasınca taçlanmış mezar taşları ve cümlesiyle içine ruhumuzu sindirdiğimiz mahalleler/mekânlar, akl-ı selîm, zevk-i selîm ve kalb-i selîm çelebî canların eseridir. Bu çelebîlerin mesleki olarak edebiyat, belâgat, zarâfet, nezâket, güzel yazı, mimarî ve mûsıkî dahî, mâveraya ait bir kıvamla mayalandırılmıştır.
Bir neyzenin ney üflerken hâli ve etvarı ile kavalına nefes eden bir çobanın duruşundaki pek bâriz birlikteliği bu zaviyeden okumak gerekir.
Medeniyetimizden nasibimiz, işte bu nâzenin üslûptur. Sır, buradadır! Bu sırrın devletli, mehâbetli ve muhabbetli hâkimiyetiyle, tarihin Osmanlı asırlarında İstanbul ve diğer şehirlerimiz kâşanedir, şâhanedir.
Bizden önce gelip bu coğrafyayı yurt tutan atalarımız, caminin ve külliyenin etrafında şekillenerek gelişen vakıf şehirler kurdular. Tekkelerle gönüller yapıp sîneler hakkettiler.
Yeni girdikleri beldeleri açıp gülzar yaptılar ve cemâl tecellîleriyle şehirleri çehre ve ruhuyla biz kıldılar. Taşa ruh verip ahşabın sıcaklığı ile vakıf binalar inşâ ettiler. Medeniyetimize ait nakışları gergef gergef işleyip viraneyi kâşâneye çevirdiler.
Edebin kuşatıcı nur hâlesinin aydınlığında, ailede, mahallede, tekkede, medresede, camide, çarşıda, pazarda, handa, hamamda, imalâthânede, çeşmede, kahvehânede ve sohbet meclislerinde, kimlik kartlarında yazılı olan değer hükümleri ile amel ettiler. Çünkü asıl ve asil “hüner, bir şehir bünyâd eylemek”ti/r. Böylece, gündoğusundan günbatısına dilbestelerle mest oldular. Geçmiş zamanı anda yaşadılar.
Her yeni gelen elbette ki kendi zamanını yaşadı. Hâl böyle iken, vaktin sahibi olarak, zamanın getirdiklerini yeniden söyleyerek var oldular.
Âhengin Saltanatı: Sanat
Kültür, medeniyet tezgâhında işlenir, içe kapanmadan alır, fakat aldığına da kendi boyasını sürerek hayatı, imanımızın aydınlığıyla görür. Bu görüşte, bakış tarzımız, estetik zevklerimiz, inceliklerimiz ve öteki âlemi unutmadan inşa ettiğimiz bir dünya vardır.
Böyle olduğu içindir ki, yüksek zihnî kabiliyetler kendilerini ifade ederken, zaman içinden süzülüp gelen, devamlılığı ve kendine has çizgileri olan bir manzumeye tâbidir.
Bu çerçeveden bakınca; “Allah güzeldir, güzeli sever,” fehvasınca cemâle ait bir varoluş olan sanat/ımız, estetiğin imanla billurlaşmış ve edeple hâlelenmiş saltanatı oldu. Çünkü ilim ve irfanımızın şahikası ve müstesna tezahürü sanatımızın ilmekleri olan mimarîmiz, her türlü güzel sanat çeşitlerimiz, edebiyatımız ve mûsıkîmiz, ilâ-ahir, her dem insanîlik vasfı ile temayüz etmiştir.
İşte bu muazzam zuhuratın alt başlıkları olan mimarî, hat, tezhib, edebiyat, şiir ve mûsıkî, ilâ-ahir, ötelere ait bir neşvenin icrasından başka bir şey değildir.
Beste ile güfte arasındaki can veren âhengin sırrı buradadır.
Hikmet ilminden bir cüz olan şiir, müeddep ve beliğ bir gönül işçiliğiyle zarâfet ve nezâketle kelâma can vermektir.
Muhabbetin semeresi olarak şiir, hattatın ta’lîk hattı, müzehhibin tezyinatı, hakkâkın kitabesi, mücellidin cildi, bestekârın bestesi ve sohbetin kıvamı ile hayatın içindedir.
Edebiyat ufkunda bir fecr-i sâdık olan şiir, mûsıkî tezgahında dokunup makamla taçlanınca, vakt-i şerifin hayrına, hayrın ref’ine, şer’in def’ine vesiledir. Böylece Türk mûsıkîsi, sahih bir imanın dilbestesi olmuştur, her dem. Nefsanî süflîlik barınmayan bir hazine olarak ferahlandırma ameliyesi olan mûsıkîmiz, belli hakikatleri güzel ses ve makam saltanatıyla ilân etme vasıtasıdır. Tasavvufî bir neşvenin tezyin ettiği âhengin adı olarak hayra istikâmetlendirilmiştir.
Geleneğimizde, yolun büyüklerinin dehâsı ile aksetmiş kıymetimiz olan mûsıkîmiz, her tavrı ile bu hâldedir ve bu da bir hayat tarzı olarak ufkumuzu kuşatmıştır. Ondan anlamayanın bizden bir şey anlamadığı mûsıkîmiz, gümrah bir çağlayanı olarak nazlı bir sanat vasfı ile tebarüz etmiş “Âh Min el-Aşk” mazmununa dair bir şerhtir.
Mûsıkîyi tedavi aracı olarak keşfetmiş kültürümüzün makamları ise insaniyetle taçlanmış olarak “Gül Devri”nden rayihâlar takdim eden nağmelerdir.
Şarkı, türkü, ilâhî, kaside, gazel ve fetih nağmelerimiz olan mehter, âhengin saltanatında bir karakterin yansımasıdır.
Türk mûsıkîsinin hâkim üslûbu tasavvufî neşve olmakla birlikte, artık alem olmuş ismiyle tasavvuf mûsıkîsi, tarihimizde tekkeler etrafında fenâ milkini süslemiştir. Esasen, camideki mûsıkî ile tekkedeki mûsıkî, aynı ruhun iki ayrı mekânında, insanları Hakk’a ve hakikate çekmede birer vasıta olmuştur.
Camideki mûsıkîde, İstanbul Kıraatı, makamları ayrı ayrı olan ezan, tesbih, tekbir, tehlil, temcid, salâtlar, bayramiyeler ve mevlid saltanatlı birer merasimdir. Tekkelerde icra edilen mûsıkî ise sanat şaheserleriyle kemâl yolunda gönül safiyetini teminde bir yardımcıdır.
Sanat, gönül terbiyesinden geçip incelmiş derûnun dış âleme yönelik tezahürüdür; ortaya konan eser de eserin sahibini tarif etmektedir.
Çünkü eser, ayniyle insandır. Tabiî esas mesele üslûptur ve sanat eseri, mutlak bir değerdir. Güzel sanatlar gönül merkezli bir var oluşun estetik zarâfetle ifadesidir. Gaye, küre-i arzı bezerken bu kıvamın şuurunda olmak ve güzel eylemektir. Medeniyet rükünlerimizin arzı olan yüksek sanatımızın kimyası bundan ibarettir.
Ruh Köklerinde Bir Hakikatli Yürüyüş: Gelenek/lilik
Gelenek, ilim, tefekkür/düşünce ve kültüre ait bediî unsurların varlığını bir yenilenme şuuru içinde devam ettirme gücüdür. “Aşk estetiği”nin zaman içinde meydana gelen billur kıvamıdır. Gelenek, kültüre kimliğini kazandıran bir can suyudur ve üslûptur.
Ne eskinin tekrarı ne de modernliği ve şimdiki zamanı görmezden gelmek ya da inkâr etmektir. Esasında ruh kökünden beslenebilmek için lâzım olan bir ana damardır. Çünkü kültür, kendini daima gelenekle ifade eder ve her dem tazeliğinin muhafazası, ancak bu şekilde mümkündür.
Bunun içindir ki, “cedlerin mağfiret ikliminde görüp, özlediğimiz,” rayihasıyla mest olduğumuz, zamanın imbiğinden süzüle süzüle ve incele incele gelerek ufukları kuşatan bir estetik harika olan geleneğin gücü sayesinde, her türlü sûikaste rağmen, bizi millet kılan kültür değerleri varlığını sürdürebilmektedir. Bütün haşmet ve azameti ile lâhutî ilhamlar fısıldamaya devam etmektedir. Tabiî, nasiplisine!
Geleneğe tâbi ve her biri kendi sahasının kolbaşısı Şâh-ı Nakşibend, Hazreti Mevlânâ, Sadreddin-i Konevî, Hacı Bektaş-ı Velî, Yûnus Emre, Hacı Bayram-ı Velî, Şeyh Şabân-ı Velî, Nureddin-i Cerrâhî, Mimar Sinan, Fuzîlî, Hasan Sezâî-yi Gülşenî, Hazreti Hüdâî, Niyâzî-i Mısrî, Şeyh Gâlib, Itrî, Hacı Arif Bey, Dede Efendi, Yahya Kemâl, Hattat Hâmid, ilâ-ahir, gibi kâmetler sâhib-i himmettir. Kalb-i selîm ve zevk-i selîmin temini bu himmetle irtibatlıdır. Yeter ki tâlipler, aşk ile niyazda bulunsun.
Gelenek, bir kitaptır. Bütün mesele, bu kitabı can gözü ile okumaktır. İhyâ ve inşâ kabiliyetleriyle beldeleri açıp gülzâr yapan ve mülkü donatan seleflerimiz, gönül gözüyle gördükleri hayatı dolu dolu yaşayan üslûp sahibi görklü kişilerdir.
Mukaddes emaneti sahibine teslim ederken, geride, hayırlı olsunlar umudunu taşıdıkları haleflerine hayır eserler ve bu eserlere giden yolun da tarifini bırakmışlardır.
Gelenek yeni şeyler söyleme imkânı veren muazzam bir tecrübedir. Hâliyle, idrak zafiyetine müptelâ olmaya ve serâzat bir tavra bürünüp gönül mülkünü viran etmeye müsaade etmez.
Derûnî bir tezahür olan sanatta üslûp ve ruh köküyle rabıta, kalb-i selîmle kuvvetli bir nasibe vesile olduğu için keşmekeş, sıradanlık ve ufku çatlatan arabesk bir kasırga olan yoz’luğa engeldir. Yükselerek arayışın ve incelmenin tabiî bir seyri olan eserlerin sahibi mimarlık ufkunun kutbu Hazreti Sinan’ın hiçbir eserinin birbirinin tekrarı olmaması işte bu gelenek/lilik sayesindedir. Gelenek/lilik hesaba katılmazsa, mimarî ve sanat eseri yoz bir hâlet içinde tıkanan idrak yolları bahanesi ile mefluç hâle gelip yok olur ve beraberinde kendini inşa eden medeniyet ve kültür değerlerini alıp götürür! Şu hakikati unutmamalı ki bahtımız kararmasın: Medeniyet dairemiz içinde kıvamını bulmuş yüksek sanatla kendimizi yeniden ifade edebilmek, “gelenekçi” değil, “gelenekli” olmakla kaimdir.
“Cana safâ, ruha gıda” ve medenî bir istikamete sahip kıymet hükümlerimiz olan kültür değerleri ve bu değerlerin inşâ ve ihyâsındaki âmiller, millet olmanın en bariz vasfıdır. Millet olmanın lâzımesi sadâkati şiâr edinmektir. Çünkü milletler varlıklarını kıymet hükümlerine sadâkatleriyle sürdürebilirler.
Her müessese zamanıyla kaimdir. Tezahür eden yeni şartlara göre, milletler, kendini ifade edecek vasıtaları ortaya çıkarır. Düne ait olan ve dünde kalan mekânlar değil ama manevî kıymet hükümlerinin fiilî tezahürleri de kendini yeniler.
Aslolan, bu tezahürlerin tabiatında var olan estetik kıvama cemiyetin sahip çıkma ve yaşatma iradesini göstermesidir. Yerli bir damara sahip olmadan, hayatı doğru okuyup cihan çapında kabul gören fikir imâl etmek imkânsızdır. Yeni şeyler söylemek için milletin hâfızasında var olanı bilmek ve bunu teşrih etmek şarttır.
Hâsıl-ı Kelâm
Varlık alâmetleri olan kıymet hükümleri, asırlara istikamet tayin etmiş bilgeler vasıtasıyla söylenmiş sahih bir hakikat nişanıdır. Bu nişana aidiyette ikrar tazelemenin verdiği huzurla medeniyet tarihimizle/tâlihimizle hemhâl olmanın, her şeyden önce kudemânın ruhaniyetini ihtiram olduğunu da unutmamak bir vefâ gereğidir.
Çelebî “İstanbul Efendisi” gibi vefâ ve adâb-ı muaşerette temayüz edip ilim, irfan ve nezâketle şöhret bulan nasipli canlar, “çerağ uyandırmak”la mükelleftir! Aşkın esiri olarak, bizi millet kılan kültürden irfana her kıymet hükmümüzü, bildirmek, sevdirmek ve yenileyerek devam ettirebilmek için, yeniden söylemek lâzımdır ki, “artık yeni şeyler söyleyebilelim…”