Hayata ve yerçekimine merhaba dediğimiz anlardan beri dinlediğimiz masallar, hikâyeler, hep “bir varmış, bir yokmuş” diye başlar ya hani, her ne kadar klişe bir söz gibi algılasak da, aslında var oluşumuzun da sonlu bir dünya hayatı yaşadığımızın da en güzel ifadesidir bu söz.
Eldeki her şey aslında bir an için var, bir an için de yok değil mi? O kadar aciz ki insanoğlu, “ne ağzımızdaki bir dişe, ne başımızdaki bir saça hâkim olamayacak kadar aciziz” aslında. Sağlığımız da bir anda yok olabiliyor, sevdiklerimiz de, malımız mülkümüz de, makam ve mevkilerimiz de, canımız da. Hepsi bir anda bitiveriyor, sebep çok; bir ses, bir rüzgâr, bir deprem, bir kaza ve kaçınılmaz son…
Bize ikram edilen her nimet bir şükür imtihanına, her musibet de bir sabır imtihanına birer vesile gerçekte. Mutmain olmuş nefislere hitap edilen ilahi mesajda; kulun Allah’tan razı olması; O’nun nimetlerine de, başımıza gelen musibetlere de aynı gönülle rıza göstererek “lütfun da hoş, kahrın da hoş” mertebesinde olabilmek sanırım. Ancak ondan sonra Rabbin kuldan razı olması ve “hadi gir kullarımın arasına, hadi gir cennetime…” demesi geliyor.
Musibetler, belalar, sıkıntılar her an hepimiz için. O halde bir dostun da söylediği gibi “İnsan bir musibetle karşılaştığı zaman, Allah’ın elinden aldıkları ile geriye bıraktıklarını mukayese ederse, musibetin şiddeti hafifler” düsturunu rehber edinebilmek gerekiyor herhalde. Geride kalan her şey, ayrı bir şükür vesilesi değil mi? Böylece bir “yok” u, birden fazla “var” a dönüştürebilmek de mümkün hale gelebilecektir.
Sahibi olduğumuz ya da olduğumuzu zannettiğimiz her şeyin hakikatte bu kadar pamuk ipliğine bağlı olduğu bu geçici konağımızdan diğer tarafa taşıyacağımız en değerli hazine de, her halde hiçbir karşılık beklemeden, sadece Rabbimizin rızasını kazanmak için yapacağımız iyilikler, alacağımız gönülden dualar olsa gerek. Her daim öfkeyi, düşmanlığı, kini, intikamı, kalp kırmayı, gönül yıkmayı, eziyet ve zulmetmeyi emreden azgın nefislerimize dur deyip, özümüzde, fıtratımızda, yaratılışımızda var olan o “temiz” hissiyatımızı yeşertmek için vakit kaybetmemeliyiz
bence. Vakit demişken, o da bir anda bitiveriyor sahi, hiç de beklemediğimiz bir anda kapı çalınıverebiliyor son gidişimiz için.
Vaktin nasıl değerlendirilmesi gerektiği hususunda bir sualimize bundan 19 sene önce bir dost “Sen nefsini iyi şeylerle meşgul etmez isen, şüphesiz o seni kötü şeylerle meşgul eder” diye cevap vermişti. Madem söz doğrudur, mesaj haktır ve bir cümlelik irşad niteliğini haizdir, o zaman o dosta kulak verelim ve nefislerimizi iyi şeylerle, güzel amellerle, hayır ve iyilik üzere meşgul edelim de, geçici “yok” ları, kalıcı “var” lara dönüştürelim, olmaz mı?