Bize Ne Söyler?
Maksadım Fuat Hoca’yı anlatmak değil. Böyle bir örnekten hareketle yeniden bir muhasebe yapmak.
Fuat Sezgin içimizden biri, bizden biri. Ama herhangi birimizi çok ama çok aşan biri. Cefakeş, çilekeş, çelik iradeli, dertli, derdi olan, ideali olan biri. Dahası bilen biri. Dolayısiyle ne yapacağını da çok iyi bilen biri. Tezlerini, idealini, yapmak istediklerini ispat eder, delilleriyle ortaya kor. Bununla da yetinmez, tüm bu bilimsel mirası çağın diline, anlayışına çevirir. Yapılan buluşları, icatları ete kemiğe büründürür. Modeller. Yani iddia etmez, ispat eder. Bir icatlar objeler dünyası var eder. Görmeyen gözlere, inkâr eden zihinlere kaçış yolu bırakmaz. İslâm Medeniyeti, bir bilim medeniyetidir, bunu büyük ölçüde kabul ettirir. Abartıdan kaçar. Bu, mütevaziliğin ve gerçekçiliğin bir tecellisidir.
Asırların mesuliyetini yüklenir. Bir hakkın müdafiî, teslimi için bir ömrü adar. Müslümanların 800 yıllık yaratıcılık dönemleri görmezlikten gelinir. Hoca bu hodkâmlığı bir türlü hazmedemez. Tezini, bu inkârın reddi üzerine kurar: Bugünkü modern ilimler, İslâm bilimlerinin bir başka coğrafyada, değişik şartlar altında devamından ibarettir. Müslümanlar M. 7. yyıldan itibaren bilimleri Yunanlılardan, Hintlilerden, yani kadimden alırlar, bunları geliştirirler, yenilerini keşfederler ve bu hamleyi 800 yıl devam ettirirler. Batı’ya intikal eden miras bu mirastır. Ve bilimler -keşifler- icatlar bir bütündür, insanlığın malıdır. Tek başına hiçbir milletin değildir. O, bu fikre bütün benliği ile inanır. Bu fikir başkaları tarafından da benimsenir, desteklenir.
Böyle bir bağlamda ciddi çalışmalar yapar ve temel amacını şöyle belirler:
İslâm Bilimler Tarihi’nin, bilimler tarihindeki yerini gerçeğe yakın bir şekilde göstermek. Bunu, Müslümanların keşiflerini, icad ettikleri aletleri ortaya çıkararak, modellerini aynen yaparak göstermek. Bu, hayli zordur. İlk önce bir Alman fizikçisi olan Eilhard Wiedemann bunu dener. Hayatının 30 yılında (1928 yılına kadar) ancak 5 aletin modelini yapar. Sezgin’in yaptıkları 800 modeli aşar (Sezgin, 2010, s. 11, 21). Hoca, en büyük, en olmaz yaramıza neşter vurur: Düşünmemek, tefekkür etmemek, sadece taklit etmek, başkalarının ürettiklerini tüketmek. Bu, üç asırlık bir zaaf. Kendini inkâr. Yani şahsiyetsizlik. İkbal, tüm İslâm dünyasının böyle bir illetle malül olduğunu vurgular. Böyle bir hal, sömürünün en temel hedefidir: Zihinleri teslim almak. Fazlıoğlu, Toynbee’nin 1930’larda bu hayati meseleye şöyle parmak bastığını ifade eder: “Müslümanlar askerî ve siyasî olarak yenilenmişlerdir. Şimdi sıra ruhen, ideolojik olarak yenilmelerine gelmiştir” (Fazlıoğlu, 2016, s. 24). Fazlıoğlu, 11 Eylül 2001 tarihini bu ideolojik savaşın başlangıcı olarak kabul eder.
İkbal, bu temel zaafımızın tek olmadığını, yanında yıkılışımızı, yahut medeniyetimizin durduruluşunu getiren bir başka illetin de var olduğunu vurgular: İlmi ıskalamak.
Fuat Sezgin, bu iki olmazın şuurundadır. Hayatını ilme adayarak bu olmazları olur kılmanın peşindedir. Böylece varolmanın, tarihte kalmanın yolunu gösterir. Bunu veciz bir ifadeyle dile getirir: “Artık Türkler, korkak ve taklitçi bir millet olmayı bıraksınlar”. Bıraksınlar, çünkü onlar ne bir Hotanto, ne de bir pigme kabilesidir. Aksine tarih boyunca “misyon” sahibi olmuş bir millettir. Misyon sahibi olmak, neyi nasıl yapacağını bilmektir. Dünyaya karşı sözü olmaktır. Bunu yüklenmenin ve aktarmanın derdini çekmektir. Hakikatin temsilcisi olmanın çilesini çekmek, bunu dünyanın dört bucağına ulaştırmanın gayretini, mesuliyetini yüklenmektir.
Tüm bunları iki noktada toplar Fazlıoğlu: Tarihî tecrübeyi sahih, doğru okumak, yormak ve çağdaş dünyayı aynı derecede bilmek ve okumak (Fazlıoğlu, 2016, s. 51).
Aslında Sezgin’in de yaptığı budur. Müslüman milletler hem bir şahsiyet olmalı, hem de bilmi üretmesini bilmeliler.
Sezgin, bir davanın, bir fikrin, idealin ancak düşünürler, aydınlar, kendisini ona adayanlar yoluyla hayattar kılınacağının kılavuzu olur. Gerçek düşünürden, aydından mahrum olan davaların ne kadar güçlü olurlarsa olsunlar yaşama şanslarının olmayacağını bilir. Çağımızda, Hocamız bunun canlı -yaşayan- bir örneğidir. İslâmî bilimler tarihini sırtlandı ve diriltti. O, kopuk halkayı bütün gücünü kullanarak yerine taktı. Yüce Peygamber (s.a.v.)’den başlayarak gelişen Medeniyetimizin kurucu – inşa edici tiplerini ortaya çıkardı ve bu sürecin günümüzde devamını sağlayan kahramanı oldu.
Bize, önce bu kurucu – inşa edici kahramanların kimler olduğunu, çalışmalarını, fevkalbeşer gayretlerini gösterdi. Biruni ((973-1050)’yi, İbn Sina (980-1037)’yı, İbn Heysem (965-1040)’i ve daha nicelerini tanıttı, gösterdi, öğretti. Mesela Biruni, çok yönlü bir âlim. Haritalara baktığında boylam derecelerinin tutmadığını görür. Ne yapar? Gazne’den yola çıkar, Bağdat’a kadar gider. Giderken bir şehirden diğerine geçer. Gittiği mesafeleri arşın arşın ölçer. Bu görevi iki yıl devam ettirir. Gidip-dönerken zikzaklar çizdiği için 7000-8000 km’lik bir mesafe kat eder.
Neticede ölçtüğü boylam dereceleri, günümüz tekniğine dayalı ölçümlerle sadece 6 ila 45 dakikalık bir farkla, oldukça küçük bir değerle ayrışır. Avrupalılar böyle bir neticeye ancak 18. yyılda ulaşabildi (Sezgin, 2010, s. 106-109).
Bunlar bize neyi gösteriyor? Müslümanların kendilerini bilmediklerini, miraslarından haberdar olmadıklarını, yanlış yollara saptıklarını, yüzyıllarca yanlış reçetelere göre tedavi olmaya çalıştıklarını. Dolayısiyle kılavuzlarının onları uçurumlara kılavuzladığını. Hani bir şarkıda ifade edildiği gibi:
Yuvasız kaldım karlara düştüm,
Sılasız kaldım çöllere düştüm,
Ucsuz-bucaksız yollara düştüm.
Yılan yollara,
Yalan yollara,
Duman yollara.
Kendi hakikatinden habersiz olmanın felâketi! Hakikati hep dışarıda aramanın hamakati! N. Fazıl, buna “Güneşi cebinde kaybetmek” der. Sezgin de meseleyi Feridüttin Attar (1136-1221)’ın Mantıku’t Tayr’ında geçen Simurg temsili (metaforu) ile açıklar. Simurg, aslında hakikati sembolize eder. Bilinen hikaye. Kuşlar Simurg’u bulmaya çıkarlar. Onca dağlar, vadiler, ateş kanyonları aşılır. Bu zorlu yolculukta pişman olanlar, geri dönenler vs olur. Neticede pek azı Simurg’a ulaşabilir. Bir de ne görsünler! Meğer kendileri Simurg! Attar, hakikat kendimizdedir, onu başka diyarlarda ne diye arayıp durursunuz demek ister. Değişen hiçbir şey yok. Halen herkes kendi aziz hakikatinin yıllarca peşindedir. Hem de bin türlü çileye, güçlüğe, boğuşmaya katlanarak. Halbuki hakikat bizdedir, içimizdedir. Yani Simurg biziz. Böylece bu gerçek, Simurg metaforuyla pek güzel dile getirilir. Sezgin bu anlatımı günümüz Müslümanlarına uyarlar. Dağda, ormanda, Batı’da, Doğu’da boşuboşuna yüzyıllardır ne arayıp duruyoruz? Her birimiz birer Simurguz. Yeter ki kendi gerçeğimize yoğunlaşalım. Hoca’nın aslında yaptığı bu. Onca mirası, göz önüne çıkarır, somutlaştırır zihnimize ve gönlümüze çakıverir.
İşte böyle bir serüven, Hoca’nın serüveni. Simurg’a ulaşma serüveni bize ibretâmiz dersler, örnekler, kahramanlık destanları sunuyor. Bizlerin önüne idealler, hedefler koyuyor. Adanmışlığın en üst örneğini gösteriyor. Ve daha neler.
Bu girişten sonra sözkonusu dili tablolaştırmaya çalışacağım. İlk tablo bir ispirtizma celsesi.
Tablolaştırmadan kastım, ana fasılların böyle bir sistematikle ifadesidir. Bu yolla temel problemlerimizin daha bir öne çıkarılması ve şuurda yer etmesi amaçlanıyor.