Tefekkür Üzerine
İnsanın en temel özelliklerinden biri düşünebilmesidir. Daha geniş anlamıyla tefekkür etme. Yani düşünceler, fikirler üretme.
Bilim de, teknoloji de, sanat da ve daha neler tefekkürün eseridir. Kültürü-medeniyeti de insanın düşünebilmesi var eder. Yani soyut düşünebilmesi. İnsanın bu özelliğidir ki maddeyi, maddi dünyayı aşar, bununla yetinmez. Nihayet derin ve her türlü yaratıcılığa müsait bir dünya kurar: Kültür ve medeniyet dünyası.
Her kültür ve medeniyet bir insan ve toplumun-milletin ruhunda mayalanır. Şüphesiz tüm kültür ve medeniyetlerin benzer tarafları yanında ayrı yönleri de vardır. Bütün yönleriyle kültür ve medeniyetler kendilerine has bir dünyadır, bir zemin ve iklimdir.
Bu özellik onların üretimini de tayin eder. Her tohum her toprakta yetişmez. Haliyle söz konusu kültür ve medeniyet havzaları, kendi sabiteleri dolayımında çiçeklenir, verime döner. Bu sabiteler din, dil, gelenek, örf, ahlak, dünya görüşü vs.’dir. Bu yüzden C. Meriç, “düşünce bir günde kurulmaz” der.
Mütefekkir, entellektüel, iki kanatlı. Yaşadığı çağı okur, bilir, yorumlar. Kendini, kendi dünyasını bilir. Basmakalıp fikirlere, tanımlamalara itibar etmez. Ama onları tel tel çözmekten de geri durmaz. O bir hakikat savaşçısıdır. Israr eder, direnir, meselenin üzerine gider. Ta ki “Hakkı tutup kaldıra”. Bu özelliği dolayısıyla Meriç, mütefekkirleri bir mücahit olarak niteler: Hakikat karşısında her savaşı göze alan bir mücahit. Haliyle tefekkürü kurma, mütefekkire sahip olmak karşımıza yüce bir dava olarak çıkar. İdeali, derdi ve hedefleri olan toplumlar için var olma davası.
Düşünürü, entellektüeli olmayan toplumlar kuru, çorak toplumlardır. Zihinleri ve kapıları bütün kötülüklere açıktır. Her gelen safa geldi edasıyla karşılanır bu tür toplumlarda. Henüz muhasebe yapma, seçip eleme geleneği kurulamamıştır bunlarda. Bu yüzden meselelerine üstünkörü ve el yordamıyla yaklaşırlar.
Bunlar geniş ve derin soluklu fikir ve düşünce üretmediklerinden, değil problemlerini halletme, zamanla varlıklarını dahi koruyamazlar. Katılaşırlar, klişeleşirler, kendilerine güvenlerini kaybederler; Fikren ölüm sürecine girerler. En acısı da bunun muhasebesini yapamazlar.
Bu tür toplumlarda çatışmaların, ayrışmaların sonu gelmez. Her türlü sahtecilik gerçeğin tahtına oturur. Fikirde, düşüncede, eylemde vs. sahte, suni, fason olan ne varsa revaçtadır. Dahası bunlar, kurtarıcı rolündedir. Bir peşin hükümler saltanatı yüzyıllardan beri süre gelir. Bunları sarsmak, saltanatlarını sonlandırmak ne mümkün! Üstelik tüm bunlar aynı kodlara istinat eden bir eğitim sistemiyle de birer hakikatmiş gibi talim ve teslim ettirilir, pekiştirilir.
İşte böyle bir toplumda düşünce, Üstad Necip Fazıl’ın tabiriyle “ekmek gibi azizleşir”. Mütefekkire, aydına olan ihtiyaç had safhaya çıkar. Artık bir tefekkür iklimi kurmak, geliştirmek felsefecinin, düşünürün, aydının temel bir ödevi, borcu haline gelir. Bu meseleyi çok iyi gören, okuyan C. Meriç, “düşünürlerin vazifesinin ateşten denizleri gül bahçesine çevirmek olduğunu” vurgular. Ancak bizde çoğu aydın Batı’ya sevdalanalı, bu peşin hükümler saltanatının gönüllü birer eridir. Tehlikenin, zorluğun bir diğer buudu buradan ileri gelir.
Tanzimat’la birlikte Batı’ya böyle bir bağlamda yaklaşır ülkemiz. Tefekküre, felsefeye dayalı derinlikli bir tanımadan mahrum böyle bir bakış, elbette karşılaştığı dünyayı anlayabilecek vüsatta değildi. Ne o dünyayı, ne insan tipini ne de onu var eden iklimi. Artık aynı sathî bakış kendisi ve kendi dünyası için de geçerlidir.
Netice bilmemenin, düşünememenin, akledememenin, hülasa tefekkürü kuramamanın bedeli ağır olur. Koca bir devlet, onunla birlikte değer dünyamız, bir büyük miras kayıp gider. Hâlbuki düşünce-tefekkür geleneğimizle irtibatımız devam etmiş olsaydı, böyle bir savrulma yaşamayacaktık. Dolayısıyla büyük mutasavvıf İbn el-Arabî (H. 560/M. 1165-M. 1240)’nin usulünce yürüyüşümüz “baş ayağımız”a, yani tefekkürümüze dayalı olacaktı. Baş ayağı ile düşünce temelli seyretmiş olsaydık, öncelikle her iki dünyanın (Doğu-Batı) insanını, kültürünü-medeniyetini, zaaflarını, güçlü yönlerini bilmiş olacaktık. Bu, yol gösterici olabilirdi. Böyle bir zaruret hala zail olmuş değil. Aksine bir zaruret olarak halen canlı ve önümüzde.
Düşüncenin, tefekkürün, topyekûn bir muhasebenin savaşını vermek zorundayız. Hak için, hakikat için, millet için dahası insanlık için bu bir borçtur, zarurettir. Bu çaba, bu anlayış kutsaldır. Çünkü gelecek ve geleceğin kafası başka türlü inşa edilemez. Öyleyse iş önemli bir yönüyle gelip eğitime, dibindeki felsefeye dayanıyor.
Tarih boyunca her fikir, her düşünce nereden kaynaklanırsa kaynaklansın, bulunduğu çevrenin şartlarıyla doğrudan ilişkilidir. Bu yüzden biz eğitim felsefemizi ele almadan önce bu şartlara bakmalıyız. Böyle bir tahlilde ilk karşımıza çıkan, söz konusu şartları tayin eden iki sistemin varlığıdır. Bunlar, dünya sistemi ve bunun bir yansıması olarak kendi sistemimiz. Önce dünya sistemi bilahare kendi sistemimiz ele alınacaktır. Nihayet böyle bir ortamda eğitim felsefemizin neliği üzerinde durulacaktır.
II
Kaynakça
Arvasi, S. A. (1990). Hasbihal-4. İstanbul.
Fazlıoğlu, İ. (2016). Soruların Peşinde. İstanbul.
Garaudy, R. (2017). İnsanlığı Medeniyet Destanı. İstanbul: Timaş Yayınları.
Hobsen, J. M. (2011). Batı Medeniyetinin Doğulu Kökenleri. Yapı Kredi Yayınları.
Kısakürek, N. F. (2015). İdeolacya Örgüsü. İstanbul: Büyük Doğu Yayınları.
Meriç, C. (1992). Jurnal 1. Cilt. İstanbul: İletişim Yayınları.
Öner, N. (1999). Felsefe Yolunda Düşünceler. Ankara: Akçağ Yayınları.
Öztürk, Y. N. (1976). Hallacı Mansur ve Eseri. İstanbul.
Özvar, E. (1992). Osmanlı Tarihini Dönemlendirme Meselesi ve Osmanlı Nasihat Literatürü. Divan.
Saiyidain, K. G. (2003). İkbal’in Eğitim Felsefesi. Ankara. Ankara Okulu Yayınları
Saygılı, H. (2012). Balkan Harbinde Osmanlı Bozgununun Karanlık Yüzü. Türkiye Günlüğü, 112-142.
Sorokin, A. (1972). Bir Bunalım Çağında Toplum Felsefeleri. Ankara.
Tozlu, N. (2016). Eğitimden Felsefeye. Bayburt: Bayburt Üniversitesi Yayınları.