Klimalı işyerlerinde serinlikte vakit geçirip, çok az çalışıp çokça yorulup, günlerin ne kadar da uzun ve sıcak olduğundan şikâyetçi olduğumuz, klimalı araçlarımızla saray yavrusu evlerimize vasıl olup, envai çeşit yiyeceklerle donatılmış mükellef sofraların başına kurulup, tatlısu entelektüellerinin anlattıkları tatlı masallar ve kalbimizi ayartan, oyalayan, zihinlerimizi uyuşturan bilumum program/lama/larla gönüllerimizi ferahnâk edip, reklam arası ibadetlerimizle, iki kelam dua dahi etmeden, etsek dahi kendimiz ve yakın çevremizle sınırlandırdığımız dualarımızı dahi ümmetin mazlumlarından esirgediğimiz şu yakıcı günlerde bir iki dakikanızı rica edeceğim.
Şimdi lütfen gözlerinizi kapatıp Somali’ye, kaderi de kara kıta Afrika’nın en fakir ülkelerinden birine uzanalım. Su yok! Et yok! Ot dahi yok denecek kadar az. Çöllerin ortasında çaresiz insanlar. Ama nedense hiçbiri uzaktan insan gibi de görünmüyorlar, hele çocuklar adeta çalı çırpıyı andırıyorlar. Ne hayvanlardan ne de annelerden bir damla süt çıkmıyor, her şey kurumuş, bebelerin dudakları çatlamış, açlıktan feri sönmüş gözlerinde sinekler dolaşıyor. Çalı-çırpıdan, sazlardan yapılan bir kulübe bulabilenler şanslı olanlar. Ve bütün bu yokluğun ortasında parıldayan iman dolu, sabır dolu, rıza dolu, tevekkül dolu muhteşem sineler. Rabb’in ayetlerine sığınan, O’ndan başkasından yardım istemeyen, yalnız O’na yönelen yürekler. Çoğunu azımsayan bizleri mahcup etmeye yeminli gibi adeta, azına, çok azına, hatta neredeyse olmayana dahi şükredebilen asil kalpler. Her durumda hükme razı, münzevi, sade, azade ruhlar. İşte onlardan birini Sümeyye’yi ve açlıktan dolayı kaybettiği kızı Fatıma’yı resmetmeye çalıştım aşağıdaki satırlarda. Doymak bilmeyen iştihalarımıza bir dizgin, kararmış kalplerimize bir inşirah olur ümidiyle…
Bir deri bir kemik, belki daha az
Neredeyse yok denecek, küçücük bir bedenden,
Zayıf kemik yığınından, son bir nefes yükseldi…
Kara kıta Afrika’nın, kapkara gecesinden,
Su mu dedi, Hû mu dedi, kimseler bilemedi…
Siyah bir nur parıldadı, incelmiş bir deride,
Sekiz yaşında Fatıma, sekiz kez gülemeden,
Sekiz kiloyu bulmayan yük bıraktı geride,
Bedensiz bir can ayrıldı, sazlardan kulübeden…
Su yoktu ki yaş olsundu anasının gözünde,
Sümeyye yaralı, naif, bir sonbahar yaprağı…
Her kederin bir çizgiye dönüştüğü yüzünde,
Sitemkâr bir ifadeyle yine kazdı toprağı…
Koyuverdi yavrusunu, öptü son bir kez daha,
Sabırdan ayetler taştı, yüreğinden, dilinden…
“Senden geldik, dönüş sana”, teslim oldu Allah’a,
Hükme rızadan başkaca, ne gelirdi elinden…
Kara, kuru avuçları, açıldı gökyüzüne,
“Rabbim…” dedi, kelimeler düğümlendi kalbine,
“Biliyorsun, görüyorsun…” diyebildi sadece,
Uzandı cansız bedeni, Fatıma’nın kabrine…
Acılarla harmanlanmış son tebessümde saklı,
Yürekleri kanatıyor söylenmemiş sözleri…
“Nerdeydiniz?” diyor gibi, gözleri ağlamaklı,
Bu soru yakar ümmeti, gönülleri, özleri…
Dünyanın bir köşesinde, unutulmuş, çaresiz,
Duymamıştı yüzyıllardır, ne bir nefes, ne bir ses…
Utancını insanlığın, duygusuz, ruhsuz, hissiz,
Kimsesizce haykıracak, daha kaç cılız nefes?
Alelade bir Afrika gecesiydi yaşanan,
Uzaklarda bir yerlerde bir hikâyeydi işte…
Neredeydi o müminler hisseden ve paylaşan,
Sualler çok çetindi o sırattan geçişte…
Sümeyyeler, Fatımalar sadece birer misal,
Şu imtihan dünyasında sınıfta kaldığımız…
Kazanan ve kaybedene numuneyi imtisal,
Aç olanlar kazanırken, toklukta yandığımız…
Şimdi son bir kere daha düşünelim ey canlar,
O mükellef sofraların başına kurulurken,
Olmayanların halinden biz değilsek kim anlar?
Nasıl hesap vereceğiz, kul hakkı sorulurken?…