Âkif’in adeta bir cengâver gibi Batılı taklitçiye savaş açar. O, Batı uygarlığını ise, ‘tek dişi kalmış canavar olarak şiddetle eleştirir. Ancak Batı’daki ilim, fen ve sanata asla böyle bakmaz. Acı, ama gerçek bir retorik kullanarak Garb’ın bilimine hızlı bir şekilde tâlip olmak gerektiğini bildirmektedir. Bunun için sahip olamadığımız bilim ve fennin mutlaka elde edilmesi gerekmektedir. Ayakta kalmak ve hür bir şekilde yaşamanın başka çaresi yoktur:
Alınız ilmini Garb’ın, alınız San’atını
Veriniz hem de mesainize son sür’atini.
Çünkü kâbil değil artık yaşamak bunlarsız;
Çünkü milleti yok san’atın ve ilmin; yalnız.[1]
İlim, fen ve tekniğin öğrenilmesi konusunda ısrarlı olan Mehmet Âkif, döneminde bilginin üretildiği yerin Batı/Avrupa olduğunun da farkındadır. Nitekim bu zafiyet sebebiyle yurt dışına nice zorluklar ve masraflarla, çağdaş fennin bilgisini tahsil için gönderilen gençlerden bahsetmektedir. Avrupa’ya gidip çağdaş teknik bilgiyi öğrenip sahalarının uzmanı olmalarını beklediği Avrupalı gençler, Şairimizde büyük bir hayal kırıklığına sebep olur. Öğrencilerin Batıya giderken masraflarını karşılayan zenginlerimizi şiir diliyle konuşturan Âkif, Avrupa dönüşlerindeki gençlerin özlerini, kültür ve değerlerini yitirmeleri karşısında büyük bir sarsıntı geçirir. Milli ve yerli özelliklerini yitiren bu öğrenciler, maalesef Şairin ifadesiyle Batı’nın olumsuz yaşam biçimleriyle ülkelerine dönerler. Âkif, bunun karşısında zengin Müslümanların, vatan evlatlarından beklediğinin gerçekleşmediğini acı tecrübeleri hatırlatarak anlatır.
Sonra zenginlerimiz: “Haydi gidin, fen getirin.”
Diye, her isteyenin şahsına bilmem kaç bin
Ruble tahsîs ile sevkeylediler Avrupa’ya;
Pek fedâkâr idi hemşehrilerim doğrusu ya.
Bu giden kâfileden birçoğu cidden tahsîl
Ederek döndü. Fakat geldi ki üç beş de sefîl,
Hepsinin nâmını telvîse bihakkın yetti…
Gönderenler ne peşîmân oluyorlar şimdi!
Hiç unutmam ki, cömerdin biri, hem zengin adam,
Beni yüzdürdü nihâyette şu sözlerle: “İmam,
Günde on kerre gelip istediniz hep verdim.
Yine vermezsem eğer millet için, nâ-merdim.
Yalınız, ehline gitsin bu emekler…Olur a,
İş bizim Avrupa yârânına benzer sonra!
Hâli ıslâh edecekler, diyerek kaç senedir,
Bekleyip durduğumuz zübbelerin tavrı nedir?
Geldi bir tânesi akşam, hezeyanlar kustu!
Dövüyordum, bereket versin, edepsiz sustu.
Bir selâmet yolu varmış… O da neymiş? Mutlak,
Dîni kökten kazımak, sonra, evet, Ruslaşmak!
O zaman iş bitecekmiş… O zaman kızlarımız,
Şu, tutundukları gâyet kaba, pek ma’nâsız
Örtüden sıyrılacak… Sonra da erkeklerden,
Analık ilmini tahsîl edecekmiş… Zâten,
Müslümanlar o sebepten bu sefâlette imiş:
Ki kadın “sosyete” bilmezmiş, esârette imiş!..
Din için, millet için iş görecek alçağa bak;
Dîni pâmâl edecek, milleti Ruslaştıracak!
Bunu Moskof da yapar, şimdi rızâ gösterelim;
Başka bir mârifetin varsa haber ver görelim!
Al okut, Avrupa tahsîli desinler, gönder,
Servetinden bölerek nâ-mütenâhî para ver;
Sonra bir bak ki: Meğer karga imiş beslediğin!
Hem nasıl karga? Değil öyle senin bellediğin!
Sâde bir fuhşumuz eksikti, evet, Ruslardan…
Onu ikmâl ediverdik mi, bizimdir meydan!
Kızımın iffeti batmakta rezîlin gözüne…
Acırım tükrüğe billâhi, tükürsem yüzüne.
Demiş olsaydı eğer: “Kızlara mektep lâzım…
Şu kadar vermelisin.” Kahrolayım kaçmazdım,
Elverir sardığımız bunları halkın başına…
Ben mezârımda, huzûr istiyorum, anladın a!
Biraz insâfa gelin, öyle ya artık ne demek?
Zengin olduk diye, la’net satın almak mı gerek?”[2]
[1] Mehmet Âkif, Safahat, Süleymaniye Kürsüsünde, 187.
[2] Mehmet Âkif, Safahat, İkinci Kitap, Süleymaniye Kürsüsünde, 166-167.