Çocuklarımız büyüdü ve serpildi. Küçükken yaşadıkları ve yaşattıkları halleri unuttuk. Şimdi ergenlik yaşında veya üzerindeler; akranlarına, yaşıtlarına özgü veya mahsus problemleri var. Bu problemler karşısına bazen gayri ihtiyari olarak ‘keşke küçük halleriyle kalsalardı’ diyoruz. Bazen de dünyanın zorluklarını kendi üzerimizde hissettiğimizde ‘keşke çocuk olarak kalsaydık’ diye iç geçiriyoruz. Çocukların büyümesinden sonra ilk kez uzun yıllar sonra bir torun sahibi olduk. Adını Mustafa koydular. Onun sayesinde unuttuğumuz çocukluk hallerine yeniden geri döndük. Çocukluğu yeniden öğrenmeye başladık. Mustafa sıradan bir çocuk değil. Enerjik adeta bitirim, afacan ve kül yutmuyor. Bir şeye odaklandığında ne kadar hokkabazlık yaparsanız yapın kolayca vazgeçiremiyorsunuz. Hedefine ulaşmak için ısrar ediyor. Siz onu kandırmak isteseniz de o kanmıyor. Bazen kalem gibi aparatlardan mahrum etmek istediğinizde gözyaşlarına boğuluyor. İster istemez siz de sicim gibi gözyaşları karşısında pes ediyorsunuz. Kıyamıyorsunuz yeniden etrafı çizmek pahasına kalemi ona iade ediyorsunuz. Yanlış da olsa kararınızı bozuyorsunuz. Kalemi iade ettiğinizde zafer edasıyla size bakıp gülümsüyor. Gözyaşlarından eser kalmıyor. Dede diye parmağıyla bana doğru işaret etmesi aramızdaki bağı, sıcaklığı yeniden kuruyor. Dünya ile bağımız onun sayesinde yeniden tazelendi.
Bazen çevredeki son gazete bayiinden aldığım Milliyet gazetesindeki köşesinden Melih Aşık’ı takip ediyorum. Öğretici oluyor ya da öğretici yönleri eksik olmuyor. ‘Çocuklar’ adlı yazısı da bu türden ya da bu yöndeki örneklerden birisi.
Bu yöndeki yazısını okuyunca hayalimde bizim torun ve afacanlıkları canlandı. Sanki İngiliz filozofu Bernard Russel’ın kaleminden bizim torunu tasvir ediyordu. Russel’dan şöyle bir aktarımda bulunuyor:” Bertrand Russell’ın Aylaklığa Övgü adlı kitabında bir bölüm ilgimizi çekiyor…
Diyor ki ünlü filozof:
“Mesleği çocuk eğitimi olan bir insan bu işi günde en çok iki saat yapmalı, geri kalan saatlerini çocuklardan uzakta geçirmelidir. Sürekli olarak çocuklarla beraber bulunmak son derece yorucu bir iştir. Yorgunluk ise sinirleri bozar ve bu sinir bozukluğu eninde sonunda bir yerden patlak verir.”
Melih Aşık’ın gözlemleri de Bernard Russel’den aşağı veya geri kalır değil. Filozofun satırlarından sonra şöyle yazıyor:” Bu satırlar öğretmenler kadar ana babaları da ilgilendirir.
Çocuklar sürekli ilgi ister.
Çocuklarla çocuk olur, oynar, eğlenir, bir yandan da onları eğitmeye çalışırsınız.
Ne var ki aynı zamanda yorulursunuz da…
O yüzden babaların da analar kadar çocuk büyütmeye katkıda bulunması gerekiyor. Sadece annenin çabası yetmiyor…”
Gerçekten de yetmiyor. Sadece annenin değil ebeveynin yani anne babanın ortak çabası da yeterli olmuyor. Anne babası yaramazlıkları karşısında yetersiz kalıyor. Torun Mustafa’yı zapt etmek için anne baba dede nene nöbet tutuyoruz. Biz yorulunca da haliyle yeniden onlara anne babasına devrediyoruz. Tatlı bir bela ile karşı karşıyayız. Anne babası yorulduklarında bize getiriyorlar. Bir an dikkatinizi kaybederseniz kaza geliyorum diyor. Bundan dolayı pür dikkat üzerinde titizleniyoruz. Bazen de göz açıp kapayıncaya kadar kaza vukua geliyor.
Çocuk veya torun bakmak için altyapı da gerekiyor. Bunun manevi unsurlarından birisi ilgi diğeri de sevgidir. İkisini yoğuracak ve ona macun gibi tattıracaksınız. Maddi altyapıya gelince bunu da Prof. Dr. Sadettin Ökten dile getiriyor: Müslüman Apartmanda Yaşamaz …
Büyük aile müstakil evlerde yaşar. Ya da apartman hayatı torunlarla birlikte olmaya el vermiyor, çok parçalı olarak birlikte yaşamaya engel teşkil ediyor. Bu mimari bizi bizden koparıyor. Konfeksiyon tarzı yeni hazır binalar insana göre evi değil, eve göre insanı esas alıyor. İnsanı eşya derekesine iniyor. Geniş aile bağlarını koparıyor. Üretilen asosyal konutlar genellikle torunu dedeyi birbirinden mahrum ediyor. Bu cihetle, yaşadığımız ortamı yeniden gözden geçirmeliyiz.