Düşündüğünüz, hissettiğiniz bir meselenin başkası tarafından yetkinlikle ele alınıp değerlendirildiğini görürsünüz bazen. Mesele herhangi bir ekleme gerektirmeyecek şekilde açıkça ele alınmıştır. Yazıyı aynıyla alıntılayıp paylaşmak gerekiyor ancak bu da sanırım usüle pek uygun değil. D. Mehmet Doğan Hoca’nın “Konservatuar Günlerim” (https://www.maarifinsesi.com/konservatuar-gunlerim/) başlıklı yazısı tam da böyle bir yazı. Okul yolunda üzerinde “Konservatuar” yazan binanın dikkatini çektiğini ancak müziğe istidadının ve merakının olmaması nedeniyle binaya girmeyi, içinde dolaşmayı veya bir süre orada bulunma düşüncesine hiç kapılmadığını belirtir Hoca. Daha kritik kısım bundan sonra geliyor. Kritik diyorum çünkü burası memleketçe üzerinde durmadığımız, durmak istemediğimiz, durmayı düşünmediğimiz kısımla ilgili. Hoca kendisine şöyle bir soru soruyor: “Eğer müziğe istidadım ve merakım olsa idi ve bu binanın müzik öğretimi yapılan bir yer olduğunu erkenden keşfetse idim, Konservatuvar’a gidebilir/girebilir miydim?” Ardından da cevabını veriyor: “Bunun imkânsız olduğunu çok sonra öğrendim. Burada kulağımıza ilk dokunan, sonra ciğerlerimize işleyen, bizim olan nağmelere yer yoktu. Tamamen başka bir dünyanın sesleri, nağmeleri üzerine kurulmuş bir öğretim yapılıyordu. Burada Batı müziği öğretiliyor ve Batı müziği öğretecek, yapacak öğretmenler yetiştiriliyordu… Bu binaya bizim müziğimize giremezdi! Bu demektir ki biz giremezdik!
Türkiye Cumhuriyeti, Türkiye’nin müziğinin öğretilmesini yasaklamıştı!”
Yazının devamında Sabahaddin Ali’nin Ses hikayesi üzerinden meseleyi tüm açıklığıyla önümüze serer. Yazının bu bölümünü de bir kavrayış berraklığı sunması açısından alıntılamak zorunda hissediyorum…
***
Bir hayli maceradan sonra 1937’de Konservatuvar’a Türkçe öğretmeni olarak tayin edilen Sabahaddin Ali bu absürdlüğün hikâyesini yazar: Ses. Hikâyeyi okumamış olanlar da bu hikâyede sözleri Sabahaddin Ali’ye ait olan türküyü bilir: Leylim ley!
O yıllarda kamyon karoserlerinde seyahat edilmektedir. Başka yolcularla birlikte yazarı ve arkadaşını, Beyşehir’den Konya’ya götüren kamyon arızalanır. Şoför ve muavini tamir için uğraşmaya başlarlar. Bir müddet sonra hava kararır, ay çıkar…“Tam bu sırada kekik kokuları ve ince çıtırtılarla dolu havayı hafiften gelen bir saz titretti. Müzikle uğraşan ve bir müzik mektebinde vazifesi olan arkadaşım doğruldu. Kaşlarını çatarak dinlemeğe başladı.”
“Yol amelesinin çadırı tarafından gelen saz ustaca çalınan bir meyandan sonra, susar gibi oldu ve bir erkek sesi o zamana kadar duymadığımız, fakat bize yabancı da gelmiyen bir halk şarkısı söylemeğe başladı:
Döndüm daldan kopan kuru yaprağa
Seher yeli, dağıt beni, kır beni;
Götür tozlarımı burdan uzağa
Yarin çıplak ayağına sür beni…”
Yazar, ömründe bu kadar gür, tatlı bir erkek sesi dinlememiştir. Sivaslı yol amelesi Ali, çadırın önünde bu türküyü çalıp söylemektedir. Bir insan gırtlağından bu kadar mânalı ve sarıcı seslerin nasıl çıkabildiğine hayret etmektedir. Arkadaşı da bu gencin sesini çok beğenir. Adını, sazı nerede öğrendiğini sorar. Bir iki usta aşık yanında gezmiştir, küçükten beri çalmaktadır. 22 yaşındaki delikanlının adresini almak ister. Sabit bir adresi yoktur. “Beyşehir yolunda Sivaslı Ali desen olmaz mı?”. Sonunda Konya’da, gelip gittikçe uğradığı bir hanın ismini söyler. Yazarın arkadaşı, o delikanlıyı Ankara’ya getirmek için bir hayli uğraşır. Onu müzik mektebine yerleştirmeye kararlıdır. Bir gün meşhur ve dünyaca tanınmış bir opera tenoru olarak Avrupa şehirlerinde konserler verdiğini hayal eder. Sonunda Sivaslı Ali’nin Ankara’ya getirilmesini sağlar. Ali indiği handan 8 lira verip bir saz alıp gelmiştir, imtihan edilecektir.
Yazar dostunun kafasından geçen opera artistliği ve fraklı Avrupa konserlerinin ona yabancı olduğunu düşünür. “Olsa olsa Ankara’da ‘büyüklerden’ birkaç kişinin kendisini dinliyeceğini, belki beş on kuruş vereceğini düşünmüş olabilirdi. Hatta belki de daha sağlam bir istikbalin kendisini beklediğini sanıyor, beğenildiği takdirde hademelik, kapıcılık gibi bir işe konularak kayırılacağını ve arasıra ‘büyük’meclislerde saz çalıp beş on kuruş alacağını ümid ediyordu.”
Mektebin farklı milletlerden müzisyenlerinin türkçe, almanca, fransızca konuşmaları ortalığı doldururken, maarif müfettişi imtihan edilmek istiyen bir çocuğu getirmiştir. “Orta mektep mezunu olduğunu ve sesini hocalarının beğendiğini söyliyen bu sarışın, oldukça şişman, dalgalı saçlı, cesur bakışlı bir delikanlı idi. Odada bulunanlar zaten bir tenoru imtihan edeceklerdi, ikisini de dinliyebilirlerdi.”
Ali, beyaz demir iskemleye, ateş üstüne oturur gibi ilişir. Müthiş bir gayret göstererek çalıp söyler. İstediği gibi söyleyememektedir. Şarkıyı bitirir ve sazı eline alarak ayağa kalkar. Alman müzisyenlerden biri: “Fena değil, fena değil… Ötekini de dinliyelim…” der ve başıyle sarışın genci gösterir. Sarışın delikanlı plaklara geçmiş bir halk şarkısı seslendirir. Şarkıyı bitirir bitirmez Alman ‘Bravo!’ der, ‘Bu çocuğu yetiştirebiliriz!’”
Ali bu odada olanların hiçbirisiyle alâkası yokmuş gibi gözlerini boşluklarda gezdirmekte ve canı sıkılan bir adam tavrı almaktadır. Piyanodaki genç kadın kulak terbiyelerini deneyecektir. Sağ eliyle basit bir melodi çalarak almanca: “Bunu aynen tekrar et!” der. Türk müzisyenlerden biri izah eder: “Piyanoya göre söyle bakalım!” “Zavallı delikanlı ömründe görmediği, sesini duymadığı adını işitmediği bir âletin karşısına getirilmişti. Kendisine söylenen sözün manâsını bile anlamıyordu.”
Piyanodaki kadın ayni melodiyi tekrar etti, Ali büyük bir gayretle tekrar boynunu gererek:
Bir haber yolladım cânan iline…
Diye başladı. Oradakilerden birkaçı güldü ve Ali derhal sustu. “Yok, iki gözüm” dedim, “şarkı söyliyecek değilsin, bu sesleri çıkaracaksın.”
Sıkıntı içinde gırtlağından birkaç ses fırlar. Orada canı sıkılmış gibi duran Almanlardan biri eliyle sarışın tenoru çağırarak “bu söylesin” der. İşi çabuk bitirmek istiyenler usulen Aliye bir şarkı daha söylettiler. “Bu sefer birinciye nazaran çok fazla gayret sarfeden ve her şeyin bu bir tek şarkıya bağlı olduğunu sezen Ali en güzel şarkısını söyledi. Hiç de fena değildi. Hatta orada bulunanlar: “Mükemmel!” der gibi başlarını sallıyorlardı. Fakat şarkı bitip Ali saziyle bir kenara çekilir çekilmez onu derhal unuttular. Sarışın delikanlı yine plaklardan öğrenme bir tango söyledi.”
Bütün bunlara rağmen “Ali’de hiç de feci bir halde bulunan bir insan tavrı yoktu…Sanki bu odadakiler onu zerre kadar alâkadar etmiyen kimselerdi. Yüzünde en ufak bir teessür, en küçük bir hiddet yoktu. Hatta oldukça uzun süren bir sıkıntıdan, bir işkenceden kurtulmuş gibi sakin, dinlenen bir hali vardı. Gözleri sarışın tenora rastladıkça bir müddet duruyor, belki biraz hayret ve merakla onu süzüyordu. Bu bakışlarda küçük bir haset, hatta gıpta aradım ve bulamadım.”
“Onunla muhakkak konuşmak, ona bir şeyler söylemek lâzımdı. Konya’ya nasıl dönecekti? Cebindeki son parayı vererek bu sazı almıştı. Şimdi ne yapacaktı?… Arkadaşım çabucak hazırladığı bir yalanı söylemeğe başladı: “Ali, evladım! Senin sesini beğendiler ama, yaşın biraz büyük. Buraya yirmiden fazla olanları almıyorlar. Senin için uğraşıp hususi bir şey yaptıracağız. Fakat uzun sürer belki, sen Konya’ya dön, biz işin olunca seni buldurur, haber veririz.”
Ali kaşlarını hafifçe kaldırarak söylenenleri dinler. “Fakat gözleri bana ilişince irkildim. Nedense bu siyah ve büyük gözler bana sahibinin bu lafların bir tekine bile inanmadığını ifşa eder gibi geldi.” “Sizi mahcup çıkardım, beyim, sakın kusura kalmayın!” der.
Sonra, hayret edilecek bir şeyden bahsediyormuş gibi gözlerini hafifçe açarak devam etti: “Ben o odada bir türlü sesimi bulamadım!”
Ertesi sabah, aralarında topladıkları birkaç lirayı vermek ve Konya otobüslerine bindirip selâmetlemek için Haymana hanına giden arkadaşına hancı, Sivaslı Ali’nin, sazını iki liraya satıp yol parası yaptığını ve şafakla kalkan bir kamyona binip Konya yolunu tuttuğunu söylemiş.”
***
Bütün bu anlatıyı yaşadığımız hayatla kurduğumuz irtibat açısından önemli gördüğüm için aktardım. Kültür, değer dünyamız, inanç evrenimiz ile kurumsal yapımız arasında bir irtibatsızlık, uyumsuzluk var. Basit, çiğ bir karşıtlıktan bahsetmiyorum. Bu platformda da değişik vesilelerle eğitimdeki başarısızlığımızın yapısal olduğunu, bunun başarısız olanların zafiyetinden değil sistemden kaynaklandığını belirtmeye çalışıyorum. D. Mehmet Doğan Hocanın yazısı tam da belirtmeye çalıştığım hususa ışık tutuyor. Dolayısıyla bir yapıyı, bir sistemi, bir formu, formun amaç ve mantığını dikkate almadığınızda burada sesini bulamayan insanların olmasını teknik bir aksaklık, talihsiz bir başarısızlık olarak değerlendiremezsiniz. Esasında bu yapı, bu form tam da birilerinin sesini bulamaması için ihdas edilmiştir. Bu yüzden meseleyi yüzeysel bir şekilde ele almaktan vazgeçmeliyiz. Bu yüzden önümüzdeki yapının, formun rafine bir iktidar stratejisinin uzantısı olduğunu bilmek durumundayız. Sesinizi bulmanızı imkansız kılan bir yapıyı üretenler sadece sesinizi bulmanızı engellemekle kalmazlar aynı zamanda ses bulamamanızın müsebbibi olarak da sizi kodlarlar. Hem sofistike bir şekilde dışlanırsınız hem de dışlanmanıza rıza gösterir hale getirilirsiniz. Artık onların etiketlemesine, dışlamasına, başarısız göstermesine gerek kalmaz. Bu formla ölçülmeyi kabul ettiğiniz de sonuç mukadderdir ve bu form da zaten bu makadder olan şeyi temin için vardır.
O halde bugün bu form, bu yapı içinde “sesimizi bulacağız” diyenler ne dediklerini biliyorlar mı gerçekten? Yoksa bu söyleyişi zaten sesimizi bulmamamız için var olan yapı ve forma teslim oluşun hazin bir itirafı olarak mı görelim?
Abdulbaki Değer