Devletimizin tarihini ilkokuldan itibaren öğrenmeye başlıyoruz. Sonraları İnkılap Tarihi adı altında bu eğitimimiz üniversite sıralarına kadar sürüyor. Detaylarına giremesek de ana hatlarıyla pek çok şeyi öğreniyoruz okul sıralarında.
Merak edenlerimiz okumaya, incelemeye, araştırmaya devam ediyorlar ve bilgilerimiz derinleşiyor… Bazı bilgileri pekiştiriyoruz; bazen yeni bilgiler ekliyoruz dağarcığımıza; bazen de önceden öğrendiklerimizle yeni öğrendiklerimiz çatışınca şaşırıp kalıyoruz. Durum böyle olunca her ilgili kişinin bilgisi farklı kıvamlarda yoğruluyor, farklı şekilde mayalanıyor. Ama sonuçta aynı şeyleri konuşsak da konuştuğumuz ton ve bulunduğumuz nokta itibariyle farklı tepkiler alıyoruz. Yani bazı şeyleri A şahsı konuşunca sorun olmuyor, B şahsı konuşunca nedense sorun oluyor ve birileri ayağa kalkıveriyor.
Neler öğrendik, şöyle bir bakalım…
“Atatürk 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıktı.” denildi, kimse “hayır, öyle bir şey olmadı.” demedi. Hepimiz böyle öğrendik, dolayısıyla böyle biliyoruz. Sadece nasıl yola çıktığını, niçin yola çıktığını, kimin, nasıl bir şekilde onu gönderdiğini bilmiyorduk. Bazıları çıkıp Padişah tarafından gönderildiğini söyleyince yer yerinden oynuyordu. Ta ki koyu Atatürkçü bir başbakanımız çıkıp da bunu doğrulayıncaya kadar.
Bize Atatürk’ün Erzurum ve Sivas’da kongre düzenlediği söylenmişti. Sonra da bunun aksine bir şeyler okumadık. Yalnız bize sanki yeni bir devleti kurmak için bu kongreleri düzenlemiş gibi bir hava estirilmişti. Oysa alınan kararlar Hilafeti kurtarmak içinmiş; hatta Atatürk’e bu şartla yetkiler verilmişti. Bunlar sanırım şu anki müfredat çerçevesinde de öğretiliyor.
Birçok ilimizde yerel halk mücadele ederek düşmanı kovdu vatanımızdan. Bir tek Yunanlılar kalmıştı batıda. Bir cihat ruhuyla müslüman Türk milleti kalktı ayağa ve bir Kurtuluş Savaşı verdi. Başlarında Osmanlı’nın bir komutanı vardı ve düşman denize döküldü böylece.
Osmanlı Dünya Savaşı’nın sonunda parçalandı, yıkıldı, gitti derken bir de bakıyoruz ki asıl tarihe gömülüş zamanı çok daha sonra oluyor. Kurtuluş Savaşı kazanıldığı zaman bu zaferi bazıları Osmanlı’nın devamı için kazanılmış bir zafer olarak görüyor ve İstanbul ile Ankara arasında bir mücadele başlıyor. Güç ibresi Ankara’dan yana kayıyor; bu mücadeleyi Ankara kazanıyor ve Osmanlı’yı gerçekten tarihe gömen Ankara’daki meclis oluyor.
Buraya kadar da bir sorun yok sanırım.
Bundan sonra devrimlere geliyor sıra. Gerçi sonradan bu kelimenin yerine ‘inkılap’ kelimesi tercih ediliyor ama, onca Türkçeleştirme çalışmasına rağmen!
Atatürk halka şöyle bir bakıyor, değiştirilmesi gereken çok şey görüyor ve başlıyor değiştirmeye.
Örneğin şapka inkılabı yapıyor. Erkeklere kanunla şapka zorunluluğu getiriyor. Özendirmek için kendisi de yurt gezisine çıkıyor. Bunları hep beraber okuduk, öğrendik. Sonradan öğrendiğimiz ise acı bir gerçek ki o da şapka yüzünden bu ülkede ne başların gittiği.
Atatürk şapka giyme zorunluluğu getirmişti, ama kadınların örtüsüne karışmamıştı. Onun yolundan gidenler ne hikmetse zamanla şapkayı attılar, bir taraftan da kadınların örtüsüne karıştılar. Atatürk zamanla kadınların başörtüsüne karışın diye bir vasiyet bırakmıştı da bizim mi haberimiz olmamıştı!
Halk müslümandı ve hukukumuz İslam’a göre işliyordu. Sonra değişik ülkelerden kanunlar getirildi, tercüme edildi ve uygulamaya sokuldu. Her ne kadar anayasamıza sonradan giren bir kelime olsa da laiklik girmişti hayatımıza. Kimse Atatürk laikliği getirmedi demedi. Ama bazılarının gözünden kaçmadı bu ülkenin nüfusunun yüzde doksan dokuzu müslüman iken Atatürk ve ekibinin laikliği getirdiği. Laikliğin veya ona bakış açısının bu ülkede meydana getirdiği sorunları milyonlarca insan yaşadı ve bu konu zaman zaman hâlâ tartışılmaktadır.
Her inkılabı bu kısa makaleye sığdırmak zor. Harf inkılabına geçelim. Bir gün Atatürk harflerimizi değiştirmeye karar vermiş ve değiştirmiş. Doğal olarak yeni harflerin öğretilmesi gerekecek. Atatürk başöğretmen olarak başlıyor bu işe. Sonra birileri çıkıp bir gecede koca bir toplumu cahil bıraktınız deyince neden bir başka birileri kızıyorlar, anlamıyorum. Hepiniz ilkokul birinci sınıfta harfleri öğrenerek başlamadınız mı okul hayatınıza?!
Bu ülkede harflerin değiştirilmesiyle ilgili uzun bir süreç yaşanmış, savunanlar da karşı çıkanlar da olmuştur. O günlerde tartışıldığı gibi günümüzde de tartışılır bu konu. Pratik bir sonucu var mıdır bilmem, ama görüşler tarihin bir analizidir.
Başka neler öğrendik?.. Mesela kadınlara seçme ve seçilme hakkı verilmişti. Biz sandık ki yüzlerce yıldır dünyada böyle bir hak vardı da bir tek bizim ülkemizde yoktu, Atatürk bu hakkı kadınlarımıza vermişti!.. 1950li yıllara kadar ve hatta ondan sonraki vesayet dönemlerinde erkeğin bile oyu işe yaramamışken tek partili dönemde kadınlara verilen bu hakkı neden abartırız acaba?
Dünyada kadınların isteyerek iş hayatına girdiğini sanıyorduk. Oysa kapitalizm sayesinde böyle bir zorunluluk doğmuştu. Ülkemizde de kadınlara iş hayatının kapılarının tamamen kapalı olduğunu sanıyorduk. Muhtemelen çok kişi öyle sanıyor ki hâlâ kariyer sahibi arkadaşlarımdan belli günlerde iş hayatının kapılarını açtığı için Atatürk’e şükran mesajları alıyorum.
Dünyasını ve ahiretini etkileyecek kararlar alma ve gerekiyorsa taraf tutma konusunda sorumluluk dönüp dolaşıp bireyin kendisinde kalıyor. Siz siz olun, okulda okuduklarınızla yetinmeyin; tartışma programlarında dinlediklerinize bağlanıp kalmayın; siyasetçilerin aşırı tarafgir nutuklarına çok fazla güvenmeyin. Okuyun, okuyun, okuyun!