Bilindiği gibi Batı, Orta Çağ skolastizminin baskıları altında neredeyse bin yılını geçirdi. Aklın ve bilimin reddedildiği Orta Çağ’da, skolastik ve dogmatik bir zihin yapısının nelere mal olduğu bilinen bir gerçektir.
Bilim adamları engizisyon mahkemelerince yargılanıp idam edildi. Ağır işkenceler altında binlerce insan kazığa oturtuldu. Nihayetinde karşımızda her yönden karanlık ve parçalanmış bir Batı vardı. Bu karanlık dönemden kurtulmak ve yeniden bir başlangıç yapmak için, içinde din olmayan yeni ve farklı bir düşünce biçimine ihtiyaç vardı.
Tam da bu noktada Rönesans modern düşünce biçimi dediğimiz bilimselliği ve pozitivizmi beraberinde getirerek “aydınlanmayı” doğurmuştur.
“Aydınlanma, temelinde din olmayan yeni bir bütünlük arayışının ifadesidir. Aydınlanma’ya göre –din de buna dahil olmak üzere- Avrupa’ya ait bütün kültürel değerler, tarihsel tecrübeler, insan ilişkileri eğer rasyonel temelde yeniden inşa edilirse ihtiyaç duyulan bütünlüğü yeniden inşa etmek mümkündür…
Necip Fazıl Kısakürek, “Batı Tefekkürü ve İslam Tasavvufu” adlı eserinde “Yunan + Roma + Hristiyanlık = Batı Medeniyeti” şeklinde formüle ettiği ve aklın kiliseden intikam dâvası olarak gördüğü bu dönemdeki zikzakları (idealist ve materyalist kutuplar) işlerken şöyle bir tespitte bulunur.
“Bu gelişle gidişi içinde Batı tefekkürü, maddeye aksetmiş akılla harikalar doğurduğu, aynı akılla da aklı kıracak kadar ileri gittiği halde ruh feyzine, yani nura çıkamayan, eşya ve hadiselere insan ruhunda tahakküm ölçüsünü kuramayan, neticede ruhu öksüz bırakan ve bu eksiğini daima hissedip keşiflerinin oyuncaklarıyla teselliye eremeyen, muazzam bir madde bonmarşesi ve plâstik inşadan ibaret… İçinde sultanı olmayan saray…”
Türkiye’nin modernleşme, aydınlanma tarihinde bizzat yer alan isimlerden Auguste Comte, Mustafa Reşit Paşa’ya yazdığı uzunca mektupta meseleyi kısaca şöyle özetliyordu;
“…İster toplu ister bireysel, bütün insanlığı tamamen pozitif bir inançla kucaklamak için her türlü ilahi inancı bertaraf ederek, beni tam anlamıyla evrensel dini keşfetmeye iten temel neden budur. İlk gençlik yıllarımdan başlayarak bu şekilde düşünme mutluluğuna sahip olduğumdan, bütün hayatımı söz konusu büyük sorunun nihaî çözümünü dizgeleştirmeye ve geliştirmeye adayabildim…”
“…Osmanlı yöneticileri, kendi güçlerinden daha az mütecanis ve dolayısıyla da böyle bir dağılmaya daha fazla gebe bir gücün gelecekteki olası işgalleriyle ilgili hayali olduğu kadar yıkıcı da olan kaygılarından kurtulacaklar. İslâm’ın temel ruhuna göre siyaset, yalnızca görüşlerin ve geleneklerin ayrılığını sağlamaya ve sağlamlaştırmaya yönelik olduğundan, bu büyük amaca Tanrı yerine İnsanlığı koyarak daha iyi ulaşılacağını yakında anlayacaklar. Selâm ve saygılar, Auguste Comte.”
Osmanlı aydını bu noktadan sonra akılcı ve bilimsel ilkeler doğrultusunda(pozitivizm) toplumu dönüştürmenin yol ve yöntemlerini bulmaya çalışmıştır. Bunun da başlıca yolu eğitim zihniyetini bu doğrultuda inşa etmekti.
Nihayet 3 Kasım 1839’da kapsamlı bir reform paketi mahiyetindeki Tanzimat Fermanı, hariciye vekili Mustafa Reşid Paşa aracılığı ile Gülhane parkında iç ve dış kamuoyuna sundu.
Eşitlik, din hürriyeti, hayat, namus ve mal emniyeti gibi temel insan haklarını garanti eden bu ıslah paketi, devletim eğitim politikasından hiç bahsetmiyordu. 1845 yılına kadar eğitimle ilgili hiçbir gelişme tespit edilememektedir. Ancak Tanzimatçıların modern bir eğitim sistemi kurmayı düşündükleri de açıktı.
1857 yılında Maarif-i Umumiye Nezareti adı altında bir Eğitim Bakanlığı ihdas edildi. Medrese dışında bütün okullar bu kurma bağlandı. Sami Abdurrahman Paşa ilk bakan olarak görevlendirildi. 1859 yılında bakanlık tarafından bir kız rüşdiyesi, devlet memurlarının yetiştirilmesi için Mekteb-i Mülki ile birlikte Orman Mektebi, Maden Mektebi, Ticaret Mektebi gibi bir dizi mesleki okullar açıldı.
Tanzimat döneminde Avrupa’daki okullara benzer nitelikte açılan ilk orta dereceli okul “Galatasaray Sultanisi”dir. Bu okul, 1856 Islahat Fermanına uygun olarak açılmıştır.
Prof. Dr. Mustafa Gündüz’e göre “II. Meşrutiyet döneminin sonlarına doğru Osmanlı/Türk eğitim tarihçiliğine yönelik makale hacminde yazılar görülmeye başlanmıştır. Bunlar arasında Muallim Cevdet’in yazısı kinci en kapsamlı çalışmadır. Cevdet yazısında, özellikle muallim yetiştirme sistemini ve Tanzimat dönemi yeni açılan okulları ön plana çıkarmıştır.
Maârifin ilk tarihçisi olarak bilinen Mahmud Cevad’ın 1922’de hususi görevle hazırladığı Maârif-i Umûmiye Nezâreti Tarihçe-i Teşkilât ve İcraâtı başlıklı eseri, Türk eğitim tarihçiliğinin başlangıcı sayıldığı gibi, alanın önemli belgelerini içermesi bakımından da tam bir klasiktir ve “öncü/paradigma kurucu” metinlerinin ilkidir.”
Mıstafa Gündüz Hoca “Maâriften Eğitime: Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Eğitim Düşüncesinde Dönüşüm” adlı kitabında bu süreci detaylı bir şekilde anlatır.
Öyle ki Tanzimat ve II. Abdülhamid döneminin entelektüel birikimi paralelinde şekillenen eğitimin hızlı dönüşümü ve bu düzlemde sarf edilen çaba, dönüşümün dayandığı paradigma ile birlikte ela alınmıştır.
Bu zaman diliminde ortaya konulan entelektüel birikim ve üretilen teoriler dikkate değer niteliktedir. Mustafa Gündüz, II. Abdülhamid döneminde Osmanlı aydınları, tebaaya uygun özgün eğitim kurumu modelleri üretebilmeyi başardığını ancak bu özgün eğitim kurumlarının, istikrarsız ve devamlılığı olmadığına vurgu yapıyor.
Asıl mesele ise Türk eğitim tarihinde bir paradigmanın ve eğitim felsefesinin gelişip gelişmediği sorunudur. II. Abdülhamid döneminde devletin kurtarılması namına verilen mücadelede eğitim unsuru oldukça mühimdir ama bu durum özgün bir eğitim felsefesi üretememiştir.
O yüzdendir ki aradan geçen onca zamandan sonra bugün “Türk eğitim sisteminin felsefi kökleri nereye dayanıyor?” şeklinde bir soruyu hala sorabilmekteyiz.
19. yüzyılda sürekli gerileyen imparatorluğu yeniden inşa etmek için inşa edilmek istenen pozitivist, bilimci eğitim paradigması esasen cumhuriyetle birlikte devam ettirildi. Ve 2021 yılı itibariyle bu anlayış hala varlığını devam ettirmektedir.
Cumhuriyet dönemini belki ayrı bir yazıda değerlendirebilir. Ancak Tanzimat’la birlikte eğitimin bir zihin olarak yaslandığı düşünceyi öncelikle iyi tahlil etmemiz gerekir.
Muhsin Hesapçıoğlu’nun tespitiyle eğitim, cumhuriyet tarihi boyunca Ziya Gökalp’ın savunduğu sosyolojizm kökenli Durkheimcı bir sistemi oluşturur. Bilindiği gibi E.Durkheim, eğitimi; “Yetişkin nesiller tarafından sosyal hayata henüz hazır olmayanlara uygulanan her türlü tesirlerdir” şeklinde tarif eder.
Cumhuriyet, bu tesirleri eğitim mekanizmasını kurumsallaştırarak ve kutsallaştırarak başka bir deyişle araç ederek uygulamayı tercih etmiştir.
Bugün ülkeyi özgün bir eğitim felsefesinden yoksun bırakan düşünceyi sorgulamaya devam edeceğiz…