Her gün dilimizden dökülen onca kelime arasında en çok anlamını yitiren, en çok özünden uzaklaştırılan, değersizleştirilen ve sıradanlaştırılanları sıraya koysak bunların en başında “sevmek” ve “aşık olmak” gelirdi diyorum kendimce. Dilerseniz biraz irdeleyelim bu tabirleri; örneğin birine “seni seviyorum” dediğimizde neyi kastediyoruz. Eğer kastımız kendi içerisinde “beni seversen, seni seviyorum”, “benim dediğimi yaparsan, dediklerime karşı çıkmazsan seni seviyorum”, “beni sürekli taltif edersen, adeta nefsimi putlaştırırsan seni seviyorum” duygu ve düşüncelerini içeriyorsa biz aslında karşımızdakini değil de kendimizi seviyor, nefsimize tapıyor ve tapacak başkalarını da arıyoruz demektir. İnanın ben bu kadar içi boşaltılmış bir kelime daha bilmiyorum. Hele müptezelliğin şahikalarında dolaşan bazı TV programlarında ve gençler arasında “aşkım” kelimesinin insanın midesini kaldıracak kadar çok, lüzumsuz ve hatta “aşkooom” düzeyinde kullanıldığına şahit oldukça; ne kelime olarak “aşk” a bir anlam yükleyebiliyorsunuz ne de “aşık” lığa. Maalesef “aşk” ı da çaldılar bizden “muhabbet” i de ayağa düşürdüler aşka ve aşığa saygısı olmayanlar.
Sevmek, “sevenin boyasıyla boyanmayı” gerektiriyordu ezelde. Sevmek, dostluğu, paylaşmayı, yardımlaşmayı öngörüyordu sevmeyi sevenler için. Öncelikle “yaratılanı, Yaratan’dan ötürü sevmek”, özelde ise inananları en kalbi ve samimi duygularla sevmek lazımdı. Öyle ki biz birbirini sevmeye mecbur kardeşlerdik ve Rabbimiz bunu “Müminler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin ve Allah’tan korkun ki esirgenesiniz” buyruğuyla sabitlemişti her birimiz için. Onun içindir ki Habib-i Kibriya (sav) “Canım kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki sizler iman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş olmazsınız” buyurmakta, kardeşlerimiz için neyi isteyip neyi istemeyebileceğimiz konusundaki sınırları da şöyle tespit etmekteydi “Sizden biriniz kendisi için istediğini Müslüman kardeşi için de istemedikçe (kâmil manada) iman etmiş olamaz”.
Şimdi sıra niyetlerimizi, düşüncelerimizi, hissiyatımızı ve kalbimizi ilahî ve nebevî ölçüler terazisinde tartarak kendi hakkımızda hüküm vermemize geldi. Ne dersiniz ey iman edenler, sizce biz seviyor muyuz? Rabbimizi (cc), emirlerine uyup ta inananları kardeş bilecek kadar seviyor muyuz? Sevgili Resulü’nü (sav), öğütlerini dinleyip “kendimiz için istediğimizi başka inananlar için isteyecek” kadar seviyor muyuz? Aynı Allah’a inanan ve secde eden kardeşlerimizi “acı çektiklerinde aynı acıyı hisseden bir bedenin parçası” gibi algılayıp bu algıyla mütenasip bir ölçüyle seviyor muyuz? Ana, babamızı “yanımızda ihtiyarlık çağına ulaştıklarında “öf” bile demeyecek, azarlamayacak, onlara tatlı ve güzel söz söyleyecek kadar”, “Rabbim!, tıpkı beni küçükken koruyup yetiştirdikleri gibi sen de onlara acı” diyecek kadar seviyor muyuz? Eşimizi ve çocuklarımızı “gözler sevinci” nimetler ve emanetler olarak algılıyor ve “onları yakıtı insanlar ve taşlar olan cehennem ateşinden koruyacak” kadar, bunun tedbirlerini alacak kadar seviyor muyuz?
Ölçü ve emir sabit, tartı ve hesap belli olduğuna göre sizce biz neyi ve kimi seviyoruz? Eğer yukarıdaki sorulara verdiğimiz samimi cevaplara baktığımızda tablo olumsuz ise durum hiç de öyle iç açıcı değil sevgili dostlar; biz sadece ve sadece kendi nefsimizi, kalbimizde putlaştırdığımız hevâ ve heveslerimizi, dünya ve dünyalıkları, malı, mülkü, makamı, şanı, şöhreti sevmişiz ve hakiki sevgiden zerre kadar nasibdâr olmamışız demektir. Durum böyle ise kendi kendimize “vay bu hayatın ve kalbin sahibine” demek, samimi gözyaşlarımızla güzelce arınıp, henüz nefes alıp veriyorken, sevmemiz gerekenleri yeniden sevmeye başlamak gerekir. Yok eğer cevaplarımıza göre tablo iyiyse, iyilik, güzellik ve kemalâtın nihâyeti olmayacağından hareketle, iyiye ve güzele olan sevginin devamına ve artırılmasına çalışmak, her an düşmanlıktan geri kalmayacak olan nefislerimizin durumumuzu ifsat etmek için tetikte beklediğini hatırdan çıkarmamak, bu anlamda müteyakkız ve mütebassir bulunmak elzemdir. Ne mutlu o kullara ki neyi sevip neyi sevmeyeceğinin idrakine varmış ve bu yola rast-u revan olmuşlardır. Rabbim hepimizi bu cümleden eylesin…