İnsani değerlerden hızla uzaklaştığımız, kültürel, manevî ve moral değerlerimizi gün be gün yok ettiğimiz, gün ışığında Diyojen misali elimizde kandil, gözümüzde mendil vefa, dost ve insanlık aradığımız şu acımasız ve acınası zamanlarda güzel ahlaklı bir insan olmak, iyilik ve güzellik timsali olmak, hoşgörülü, merhametli, yardımsever, özü sözü bir, içten, samimi ve ihlaslı olmak aslında bu değerler erozyonunu yaşayan, hisseden ve bundan şiddetle ızdırap çeken her kalbin arzusu olsa gerek.
Bütün semavî dinler, bütün elçiler insanlığı bu kıymet ölçüleri ile yaşamaya davet etmekte, hatta beşerî ahlak ölçüleri de aynı değerleri, yani aslında özümüzde, yaratılışımızda var olanı, fıtrî olanı yaşamaya gayret etmeyi salık vermektedirler. İmam Hasan el-Basri’nin de mükemmel ifadesi ile “insanlığı olmayanın, dini de yoktur” zira.
Bu ahlakî değerlere sahip olmak elbette ki insanın aile içerisinden başlayıp okulda devam eden eğitimleri ile kısmen şekillenecektir, ancak daha fazlası için bireyin kendi niyeti, samimi gayreti ve yakınlık kuracağı çevresini seçiminde göstereceği hassasiyet de bir o kadar önem arz etmektedir. Meşhur atasözünde de geçtiği üzere “bana dostunu söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim” ifadesi bu gerçeği en yalın bir şekilde dile getirmektedir.
Peki, insanların bir kısmının hüsn-ü ahlak sahibi olması bir toplumun olgunluğa erişmesi, düzen ve intizamı için yeterli olacak mıdır? Her ne kadar “her koyun kendi bacağından asılır” dense de, eğer uygun şartlarda ve izole değilse zaman içerisinde bozulan et çevreyi de rahatsız edecek, başkalarının yanlışları ve gayri ahlakî tavır ve davranışları özellikle de yeni nesil olmak üzere çevresini olumsuz etkileyecektir.
O zaman toplumsal değerlere sahip çıkmanın ve bunları nesiller boyu yaşatmanın yegâne yolu, “iyiliği emredip, kötülükten sakındırmanın” emredilmesinin de hikmeti, sadece ahlaklı olmanın yeterli olmadığını fark edip ahlakî olanı toplumsal kılma mücadelesinin de bil fiil yerine getirilmesidir. Bu da ancak, kenara, köşeye, inzivaya çekilmeden, sadece kendi iyiliğinin kolaycılığına sığınmadan, “halk içinde, Hak’la beraber” olmak suretiyle, iyi insanların numuneyi imtisal olmaları ve böyle olabilmenin yollarını tebliğ etmeleri ile mümkün olabilecektir. Aslında bu, mutlak rehberimiz olan Efendimiz’in (sav) bu ümmetin fertlerine yüklediği manevî ve tarihî bir sorumluluktur da. Bu önemli misyonu ifa ederken de kimseyi kırmadan, incitmeden, karşıdaki şahıs değersiz ya da günaha boğulmuş gibi hissettirmeden, şefkatle, merhametle, bir lütufta bulunuyor ya da bir şey ihsan ediyor gibi değil de “Rabbinin yoluna hikmetle, güzel öğütle çağır” mesajına uymaya çalışarak, sevdirerek, özendirerek iyiye, doğruya, güzele çağırmak gerek.
Rabbim hepimizi hakka ittiba, batıldan ictinab eden, her geçen gün olduğundan daha iyi olmaya gayret eden, başkalarının da iyiliği için Hakk’a (cc) iltica eden, dua ve niyazda bulunan, kendi iyiliğine ilave olarak toplumun da daha iyi olması için çaba gösteren, emek çeken kullarından eylesin.