‘Türkiye’de beklentilerimizin karşılık bulmamasının temel sebebi nedir ve bunda bizim bireysel ve kolektif sorumluluğumuz var mı?’ temel sorusunu sormamak için adeta bütün ülke ilgisiz-alakasız dolambaçlı güzergâhlarda ömür tüketiyor. Anlamlı bir çözümün neden üretilmediğini, neden hayata geçirilemediğini söylemiyorum. Zira çözüm ancak yürürlükte olanın ‘temelleri” ile, yürürlükte olan “paradigmanın” ideolojik-felsefi kodlarıyla hesap görüldüğünde ve görülen hesabın kalitesi ve kalibresi ile bağlantılı olarak ortaya çıkabilir. Dikkat edelim lütfen, ‘çıkar’ diyemiyoruz. Çözümün çıkma ihtimalinden bahsediyoruz. Özellikle içinde olduğumuz modern hayat sadece bazı hususiyetleri dolayısıyla değil muhtemelen temel niteliklerinden birisi olan hızlı değişim-dönüşüm dinamiği nedeniyle her çözümü geçici kılmakta ve dolayısıyla ilgili alana ilişkin sürekli çözüm üretme zarureti ile bizi karşı karşıya bırakmaktadır. Bunun da hepimizi “ibn’ül vakt” olmaya çağıran, içinde bulunduğu bağlamın koşullarını bilen, çözüm arayışlarını bu koşulların imkân ve kısıtlılıklarını gözeten bir okumaya dayandıran bir varoluş biçimine yönlendirdiği ortadadır.
Kesintili bir varoluş içindeyiz. Modern zamanlarda, modern koşullarda hayat sürüyoruz ancak hesabını görme imkânından mahrum kaldığımız geleneksel bir yapıyı, ilişkiyi bunun içinde sürdürme refleksleriyle hareket ediyoruz. Bu durumun kendisi kopukluk oluşturuyor ve kesintili varoluş biçimi dediğim şey de tam da burasıyla ilintili. Bu kopukluğu, tıkanıklığı, reflekslerle, savunma mekanizmalarıyla, kritik koşullarda siyasi, ekonomik, kültürel bir maruz kalışın neticesinde içe kapanma tepkileriyle şekillenmiş handikaplı varlığımızı kendimiz ve gelecek kuşaklar için beklentileri karşılayan bir yaşam akışına dönüştürmek zannedilenin aksine ne kolay ne de konjonktürel bir mesele olarak ele alınabilir. Kolay değil çünkü yukarıda da değinildiği üzere temellerle, paradigmalarla hatta kendisiyle ilgili temel soruları sorma becerisinden yoksun. İkincisi konjonktürel bir mesele ile karşı karşıya değiliz. İnsicamlı, talep ve beklentilere cevap, kurumsal, kamusal ve bireysel işleyişi olan bir durumda olamadığımız gerçeği en azından iki asrı aşan bir zaman diliminden bu yana canlı bir gündem maddesi olarak önümüzde duruyor. Bir kriz hali olarak yaşadığımız bu durum o kadar uzun bir süreye yayılmış durumdaki içinde hayat sürdüren nesiller bu krizin kendisini, bu krize karşı verilen refleksif tepkileri hem doğal hem de maalesef bir olması gereken şeklinde kabul ettiler.
Dolayısıyla doğal ve olması gereken olarak görülen bu etkisiz varoluş biçimini, buna zemin oluşturan sosyal, psikolojik, siyasal ve çok daha önemlisi düşünsel-felsefi kabulleri tartışma dışı bırakarak gideceğimiz yerin mevcut bulunduğumuz yerden başka bir yer olamayacağı acı gerçeği tekrarlanan sevimsiz bir döngü olarak önümüzde duruyor. Sözüm ona nitelikli bir çıkış görüntüsü oluşturmaya çalışan hastalıklı dil mevcut problemli yapıyı görmezden geldiği gibi bizi palyatif tedbirlere yönlendirerek adeta içinde savrulduğumuz anafordan çıkmamamız için canla başla çalışıyor denilebilir. Bu hastalıklı halin müşahhas tezahürlerini eğitim alanında görmek artık acı verici olmak bir yana acıklı bir görünüm oluşturuyor. Muhafazakâr kesimden ulusal basında eğitim-öğretim odaklı yazanların önemli bir kısmı hala devlet tekelindeki bir eğitimi, zorunlu-kitlesel eğitim formunu, zaman-mekan-ilişki tasarımını, bütün bunları içinde barındıran genel yaşam organizasyonunu sorun etmeksizin sınıf içerisinde verilecek şeyin bizi kurataracağını zannediyor. Zannıyla kalmıyor aynı zamanda bakanlığın ve kamuoyunun bakışlarını buraya yönlendirmek için adeta operasyonel bir şekilde çalışıyor. Mevzunun, tartışmanın bir içerik sorunu olduğunu düşünen zihin sadece karşı karşıya olduğu şeyin ne olduğunu kavramamakla kalmıyor aynı zamanda anlamlı bir sorun tespitinden bizi uzak tutmak için zihnimizi yalan yanlış yönlere yönlendirmek için de yapmadığını bırakmıyor. Bu kandırmacayı konjonktürel çıkarları için veya derme çatma konforları için sürdürmekte beis görmeyen geniş kesimlerin katılımıyla ülke büsbütün sürreal bir boyuta geçmekte tuhaflık görmüyor. Eskiden tarihe girmekten bahsedildiğinde bir takım güçlerin, koşulların kendilerini tarihin dışında bıraktığından hareketle bir çözümleme yapılırdı. Bugün özgüvenle tarihe geri döndüklerinden, bir aktör olarak tarihe girdiklerinden bahsedenler sanırım gerçeklikle irtibatlarını büsbütün yitirerek aynı yolun yolcusu oldukları gerçeğini başka türlü deneyimliyorlar. Veya deneyimledikleri bu acı gerçeği başka türlü sunarak kendilerini ve bizi kandırmaya çalışıyorlar. Bütün bir düzen işleyişi ve kodlarıyla yerli yerinde duruyor ancak nedense bunların değişimini hedefleyen bir okuma, tartışma, düzenleme olmadan pek çok şeyin başka olacağına inanılıyor. Ne kadar kolay ve ucuz bir hayat değil mi? Sınıfta öğretmenin elinde tuttuğu kitabın içeriğini değiştirdiğinde dünya bambaşka bir şeye dönüşüyor. Bu kadar basit, bu kadar kolay! Zaten bu basitlikte ve kolaylıkta kavradığı için de ne başı beladan kurtuluyor ne de karşı karşıya olduğu belanın ne olduğunu fark edebiliyor…
Abdulbaki Değer